20 Mayıs 2008 Salı

Yolcu Yolunda Gerek!

Istanbul Bilgi Universitesi’nin Kustepe kampusunde oynan Bilgi FT’nin yari final mucadelelirinden ilki Yolcu ile Alcoholico Madrid arasinda oynandi. En az mac kadar ilgi cekici olan ise tribunlerin muhetesem sovu idi, izleyenler Anfield road’da KOP tribunun sovunu izlediklerini dusundu,tabii bunda taraftarlarin Yolcu icin soyledikleri You Will Never Walk Alone’un da etkisi yadirganamaz.

Maca hizli baslayan taraf Alcoholico Madrid oldu ve henuz 2.dakikanin basinda Muzaffer'in attigi gol ile 1-0 one gectiler,fakat cabuk toparlanmasini bilen Yolcular 3.dakikada Adem ile karsilik verdi ve maca hemen denge geldi. Bundan sonra tipik orta saha mucadelesi seklinde gecen macta taraflar moral motivasyonla, fizik kondisyonun modern futboldaki kollektif uyuma etkisinin en guzel orneklerini sergilediler. Tam bu dakikalarda defans guvenligini elden birakan Yolcularin savunmasina karsi soldan deplase olan Erdi kaleci Caglar ile karsi karsiya kaldigi anda hakem tartismali bir penalti dudugu caldi. Topun basina gelen Kamil Kamil Richards topu koseden aglarla bulusturdu ve Madrid temsilcisi macta ikinci kez one gecmeyi basardi. Rehavete kapilan Madrid’e karsi seyirci destegini arkasina alan Yolcularda Okan ceza sahasinin hemen disindan topu kalecinin uzanamayacagi uzak koseye,sag 90 diye tabir ettigimiz noktaya mermi gibi nisanladi ve maca yine denge geldi. Bu dakikadan sonra oyunun kontrolunu eline alan Yolcular bloklar arasi kollektif uyumu saglayinca ileride deplase olan pivot santrforlari ile gol yollarinda giderek etkili olmaya basladilar ve Selcuk ile macta ilk kez one gecmesini bildiler. Sol kanat kombinezonlari ile Adem ile etkili olan Yolcularda,Adem’in pasiyla Selcuk kendisinin 2. takiminin 4. golunu kaydediyordu. Ilk yari bu skorla bitmek uzereyken cok sert bir topa maruz kalan Selcuk sahada yigilip kalirken,sahaya giren saglik gorevlileri ilk mudahaleyi yaptiktan sonra Selcuk maca igne ile devam etti,devre arasi roportajinda Selcuk “bizim icin cok onemli bir mac,bu yuzden igne ile oynayacagim” diye konustu ve motivasyonunun ne kadar ust duzey oldugunu gosterdi. Ikinci yarinin henuz baslarinda Yalcin’in Ertan’in mudahalesiyle yerde kalmasiyla hakem bir kez daha penalti noktasini gosteriyordu. Topun basina yine Kamil Kamil Richards geliyordu ve yine gol. Skor 4-3 oluyordu. Okan’in sagdan bindirmesiyle bir gol daha bulan yolcular farki 2ye cikarirken Okan da kendisinin ikinci golunu kaydediyordu. Ilerleyen dakikalarda Selcuk ile bir gol daha bulan Yolcular skoru 6-3 e getirip tam rahatladik darken, bu dakikaya kadar hatasiz oynayan Ertan’in kendi kalesine attigi golle skor 6-4 oluyordu. Bundan bir dakika sonra da ceza yayinin cevresinden Muzaffer plase ile skoru 6-5 yapiyordu. Tam bir gol duellosu seklinde gecen macta Okanla bir gol daha bulan Yolcular farki ikiye cikardiklari anda Kamil Kamil’in golune engel olamadi ve skor 7-6 oldu. Son dakikalarda Alcoholico Madrid’in ataklarini defans guvenligini ele alan ve kollektif alan savunmasi yapan Yolcular savustururken hakemin son dudugu ilestadi zafer sarkilari susluyordu.


Son olarak Yolcu takimi icin cok acimasiz elestiriler yapiliyor , bunlar cok oportunist elestiriler bir kere. Baktiginizda bu takimin futbolun fundamentalini kaptigini gorursunuz. Takim oyununu sahaya cok guzel yansitiyolar. Fakat orta sahada ufak capli bir renovasyon a gidilmesi gerek.Ileri ucta penetrasyon sorunu yasiyorlar. Bu bir handikap.


Finale adini yazdiran Yolcularin baskani Elif – the White Turk- Turel oyunculara verilecek yuksek primlerin mujdesini verirken,hakemi elestirmeyi de ihmal etmedi. Sayin Turel son olarak taraftarina yalniz birakmadiklari icin tesekkur etmeyi de ihmal etmedi.

17 Nisan 2008 Perşembe

Eksi'nin yanlislari

Zor istir objektif olabilmek, icinde bulundugunuz gercekligi soyutlamak, sadece var olana elestirel bir bakis acisiyla yaklasabilmek. Elbetteki elestiri guzeldir, farkli bakis acilarina sahip olmak da oyle, fakat yorum gerektirmeyen cevirilerde yapilan “hatalar” kimi zaman insanlarda bir on yargiya sebep olabilir.

Oktay Eksi’nin Disisleri Bakani Ali Babacan’in Financial Times’la yapmis oldugu soylesiden almis oldugu bazi kisimlar ve onlarin Turkce’ye cevrimi konusunda bir kac “hata” buldugumu soylemeden edemeyecegim.

Eksi diyorki “eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den "yaptığımız reform yasalarını veto ediyordu" diyerek şikáyette bulunduğu dikkati çekiyor.” Ben de usenmedim ve metni okudum ve orada gecen sozler de su sekildeydi “I wouldn’t actually look at Abdullah Gül becoming the President as a problem about the reforms, but actually it is a huge impetus for the reforms because we had many problems vis-à-vis our reform efforts because of the Presidential vetoes [of legislation] that we having seen during the time of our former President. So, with a reform-oriented President with a President who truly believes in the merits of the EU for Turkey, I think it is a big, big plus that we have a President like him…” burada evet Babacan Sezer’in veto gucunden bahsediyor ve sorunlar yasadiklarini ifade ediyor ama burada bir sikayet yok, daha cok Gul ile ilgili memnuniyetinden bahsediyor.

"Oysa bizim basına yansıyan habere göre sadece, "Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması istemiyle açılan dava"ya değinirken, "siyasi bir konunun mahkemeye götürülmesi halinde mahkemenin işinin önemli ölçüde zorlaştırdığından" söz ettiği, sırf bu zorluğu gidermek için "Anayasa’da değişiklik yapmayı düşündüklerini" söylediği, "parti kapatma kriterlerinin Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu tarafından belirlenenlerle sınırlı olmasını" istediği" … seklinde devam ediyor sayin Eksi. Ben ise yazida “mahkemenin isinin zorlasmasi” ile ilgili bir kisim bulamadim bunla birlikte parti kapatma kriterinin Venedik Komisyonuyla da alakasi yok.

FT muhabiri soruyor ; And the constitutional reform issue, where is that? ( Peki Anayasal reform konusu, bu nerede kaliyor? )

Babacan yanitliyor; The constitutional reform, actually, right after the new government was founded…we immediately invited a group of lawyers to work on a draft, a new constitution which is in line with the Copenhagen criteria, in line with the Venice Commission work and so forth, and we already had a draft.

Burada Babacan diyor ki zaten yeni anayasa Kopenhag Kriterleriyle belirlenmis ve Venedik Komisyonu ile de paraleldi, fakat goruyoruz ki parti kapatilmasi ile ilgili bir degisiklikten bahsedilmiyor burada bahsedilenler 301.madde ve AB uyum sureci icerisindeki reformlar.
Ilerleyen bolumlerde parti kapatilmasi hakkinda da konusuyor Babacan ve diyor ki elimizde bir taslak var ama hangi kulvarda ilerleyecegimize parti olarak henuz karar vermedik, sayin Eksi’nin nasil boyle bir cikarim yaptigini anlamak oldukca guc (?).

I don’t know if you heard about it or not, and that’s another thing, which is listed in all the EU reports and that’s something about 20-30 students being able to get religious education at a Greek Orthodox church school. And if you make a public opinion poll and ask people, is this an issue? I don’t know if there’s going to be 9th issue or the 19th issue or the 900th issue that’s in this report. Then we talk about freedom and fundamental rights. I don’t think we can just talk about any compromise or any other way and so forth but we have to do it, if we can, as soon as possible because it is very, very basic issue.

Ve son olarak Eksi’nin degindigi nokta turban konusu, Babacan’in kimseye taviz vermeden cozmenin basit yolu oldugundan bahsetmesi durumu var, o da soyle ki, FT muhabiri turbanin nasil 9. onemli konu olabildigini soruyor, Babacan da Yunanistan’daki 20 – 30 kadar ogrencinin Ortodoks kilisesinde dini egitim alabilmesinden bahsediyor ve ekliyor “bu durumu insanlara sorsaniz orada 9. 19. hatta 900. problem olarak ele alinir mi? bence alinmaz ve biz de hic odun vermeden bunu yapmaliyiz sadece cunku bu son derece temel bir konudur” diyor.

Son olarak ben sayin Eksi'nin yapmadigini yapayim ve haberin linkini vereyim, boylece herkes kendi okuyabilir ve benim de yapmis olabilecegim "hata"lari gorebilir.

http://www.ft.com/cms/s/0/cb8de71a-0a57-11dd-b5b1-0000779fd2ac.html

2 Nisan 2008 Çarşamba

DÜZEN ADAMI OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ


Güzel ülkem Türkiye’nin olmazsa olmazları, belirli gerçekleri vardır. Bunların başında düzen adamı olmak gelir. Nedir düzen adamı olmak? Düzen adamı ne yapar, nasıl yaşar, nasıl davranır ? Düzen adamı dediğimiz kişi; mevcut güçle ters düşmez, düşse bile öyle çok göze batıp radikalleşmez. Belirli yetilere sahiptir düzen adamı. Genel geçer konularda statükocudur, güncel konularda hep çoğunluğun tarafını tutar. Öyle farklı bakış açıları aramaz. Hep belirli gazeteleri okur, belirli kanalları izler. Muhtemelen muhafazakardır, milliyetçidir. Hep tek düze düşünür, dışarıya bağlar bütün sorunları, hep birileri Türkiye’yi yıkmak istiyordur onun gözünde. Komplo teorileri olmazsa olmazıdır. Mesela aslında Türkiye’nin inanılmaz bereketli toprakları vardır ve aslında en büyük petrol rezervi bizdedir ama çıkaramıyoruzdur. Bunun sebebi’de ABD’dir, onlar izin vermiyordur. Ayrıca derin devlet olmalıdır düzen adamına göre, çünkü derin devlet bizi dışarıdan gelecek kötülüklere karşı korur. Çok yüce ve önemli insanlar yer alır bu oluşumların içinde. Düzen adamına göre, ordu ne olursa olsun siyasetin içinde olmalıdır, çünkü ordu rejimin koruyucusudur. Laiklik çok önemlidir düzen adamı için, gerekirse ekmek, iş istemez ama laiklik her şeyin önündedir. Ama muhtemelen ne olduğunu bilmez bu kelimenin, sorarsanız orta okul vatandaşlık bilgisi dersinden öğrendiği kadarıyla ‘Devlet ve din işlerinin birbirinden ayrılması’ diye tanımlar laikliği. Ama bilmediği bu şey ekonomik gelişmeden, demokrasiden, insan haklarından daha önemlidir onun için. Halbuki düzen adamı laikliği savunmasına rağmen, demokrasinin zararlı olabileceğini, çok fazla demokraside, özgürlükte ne kardeşim bu kadarı fazla diyerek eleştirir. Laikliğin ancak gerçek bir demokrasiyle taçlanırsa anlamlı olacağını bilmez ya da bilmek istemez. Tek başına karın doyurmayacağını anlamaz laikliğin. Muhtemelen türbana karşı çıkar, çünkü türban onun gözünde simgedir, ona göre başını örtmenin inançla hiç bir alakası yoktur. Başını örtüp üniversiteye girenlerin hepsinin amacı rejimi değiştirmektir düzen adamına göre. İnsan haklarını pek sevmez düzen adamı, “Nedir bu milletin zoru, oturun oturduğunuz yerde, hak hukuk neymiş, polis şunların ağzını burnunu kırsa diye söylenir”. Hakkını arıyan insanı sevmez düzen adamı. Ona göre polis; öğrenci, memur ayırt etmeksizin dövünce haklıdır, çünkü ne işi vardır insanların hak aramayla, “devlet baba” ne diyorsa doğrudur. Belirli tutkuları vardır düzen adamının, mesela birisi bayraktır. Toplumsal bir olay olunca ona sığınır hemen, sanki ondan farklı düşünenler, bu ülkenin adamı değildir ve sanki o bayrak onun babasının malıdır. Muhtemelen marjinal fikirli insanlar vatan hainidir onun gözünde, bu ülkeyi bölmek istiyorlardır. Hatta marjinal fikirli insanlar batının uşağıdır ve amaçları ülkemizi zayıflatmak ve gelişmesini engellemektir. Çünkü farklı fikir sahibi olmak, farklı tarzda yaşamak halkın huzurunu bozar onun gözünde ve toplumu kamplaştırır. Mustafa Kemal Atatürk’ü, birilerini sindirmek adına kendi kalkanı yapar düzen adamı. Kim ondan farklı düşünüyorsa, kim sistemi sorguluyorsa, Atatürk Türkiyesi’ni değiştirmek istiyordur ve muhtemelen Atatürk düşmanıdır onun gözünde...

Ama ne hikmetse hep başarılı olur düzen adamı. İşini çok iyi bilir, bir yerlerde sürekli onun gibi düşünen birileri vardır her zaman. En kolay şekilde en iyi işi bulur ve en hızlı şekilde yükselir. Çünkü herkesle uyumlu gözükmeyi bilir, bu sistemin, bu bitik yapının nelere prim verdiğini, nerede nasıl alkış alacağını bilir.

Ve maalesef ülke bu tip salaklarla doludur. Bunlar olduğu sürece, aklı başında, düzgün, dürüst insanların iyi yerlere gelebilmeleri, bu kokuşmuşluğa son vermeleri mümkün değildir ve mümkün olmayacaktır...
MZA

NE AB NE AKP TAM KARANLIK TÜRKİYE !


Bir grup insan düşünün sayıları bir elin parmaklarından bir fazla, ve milyonlar düşünün bu insanların gördüğünü görmekten aciz, ama onlara göre aciz. 16,5 milyon insanın göremediğini görme erdemine sahip bu 11 kişi ülkenin dönen tekerleğine, “her ne kadar çok da sağlıklı dönmese de” çomak sokma girişiminde bulunuyor. Çok kısa bir süre önce yüzde 47 oy almış bir parti, gazete küpürleri ve bir kaç röpörtajdan yapılan alıntılarla suçlu gösterilip aleyhine dava açılabiliyor. Bu senaryonun amacı gayet açık bir şekilde belirgin ve rollerin kimin tarfından dağıtıldığı da hiç birimize yabancı değil. Çok tuhaf değil Türkiye için bu süreç, bir grup elit ve kendilerini bu ülkenin sahibi gören kesim, rejimi koruma kılıfı adı altında kendi elit durumlarını değiştirebilecek her türlü halk hareketine, siyasi harekete ve demokartikleşme çabasına karşı her zaman bu tip senaryolar uydurdular ve mutlaka ki uydurmaya devam edecekler. Yapılanın laikliği korumak, ülkeyi demokratikleştirmek, anayasaya saygı duyulmasını sağlamak gibi bir amacı olmadığı net bir biçimde açık. Bu durum sadece en azından AKP adına düzenlenen iddanamade açıkça çok kasıtlı davranıldığını gösteriyor. Yazının en başına dönüyorum gerçekten 11 kişilik bir kitle mi karar veriyor böyle bir davanın açılmasına ya da bir ülkenin geleceğiyle oynamak sadece 11 kişinin görevi olabilir mi? Cevap net ve açık; kafasını demokratikleşmeye kapamış, ülkeyi içe kapanık ne ABD ne AB zihniyetiyle dünyadan koparmak isteyen, cumhuriyet kavramını kutsal kitap kabul etmiş ve bunun modernleştirilmesine, dünyaya entegre edilmesine karşı çıkan kesimin çabasıdır bu. Bu kesimin kendi nemalandığı dinamikler yerinden oynamaya başlayınca, örneğin; AB süreci ülke için önem kazanıp, bu yolla reformlar yapılınca, anti demokratik yapının sorgulanmasına başlanınca, bu kitle kendinde bir şeylere çomak sokma zorunluluğu hissediyor çünkü mevcut sistemin ileri gitmesi, modernleşmesi halinde o örümcek kafalarıyla hiç bir işe yaramaz asalaklar olarak hayatlarını sürdürecekler. Amaç kendilerini dünyaya entegre etmek yerine ülkeyi kendileri gibi anti-demokratik hale getirmek. Siz dinci veya sol bir parti ya da sisteme karşı yeniliği savunan bir halk hareketi olun, bu kitle bunun önüne bir şekilde geçip ülkeyi karanlıkta kalmaya mahkum ediyor. AKP’nin kapatılma sürecinin bu ülkenin AB ile ilişkilerini zedeleyeceği ve belki de hiç açılmamak üzere kapayacağı açıkça görülüyor. Demokrat olduğunu düşünen ve demokrasiye inanan bir insan olarak dileğim parti kapatma denen durumun sonsuza kadar bu ülkede bir daha olmaması. AB sürecinin durması da insanı ülkede demokratikleşmenin 8o yıldır olgunlaşamamasi gerceginin yanisira, geri gitmesi tehlikesiyle bizi başbaşa bırakıyor. Ayrıca yabancı sermayenin istikrarsız ve siyasi kaos halindeki bir ülkeden muhtemelen kaçma olasılığı da insanı ekonomik gelecek adına umutsuzluğa sürüklüyor. Evet 11 kişi ve bunların arkasındaki gerici karanlık kitle bizi bu risklerle ve geri kalmışlıklarla yaşamaya mahkum etmek üzere. Tabi ki AKP tamamen demokrasi yanlısı ve özgürlükçü bir parti değil, ayrıca ülkenin çıkarına olmayan icraatları da mevcut ama bu partinin muhalifi olmak farklı bir şey, bu partinin laiklik kılıfı altında, partiyi sandıkta yenemeyenler tarafından kapatılmak istenmesi farklı bir şey. Bu süreç tamamen yargının Türkiye’de siyasetin bizzat içinde olduğunun göstergesidir. Bu artık AKP ve statükocu kitlenin mücadelesi ve davası olmaktan çıkmıştır. Bu dava Türkiye’de gerçek demokrasi isteyenlerle statükocu ve ulusalcı karanlık kitlenin davasıdır. Bu kitlenin karanlıklığı Ergenekon Soruşturması’na verdikleri tepkilerden de anlaşılabilmektedir. En ufak olayda laiklik diye yollara düşen bu kitle ucu eski ordu mensupları, gazeteciler ve eski siyasilere dayanan Ergenekon soruşturması’nda suspus kesilip üstüne üstlük bu yapının tasfiye edilmesini sert bir dille eleştirmiştir. Bu kitle kısacası ülkedeki gelişime, değişime karşı olan kitledir. AKP’nin kapanmasını isteyenler, Ergenekon’un tasfiyesini istemeyenler, AB ile ilişkilerin durmasını isteyenler, gerekirse asker işin içine girmeli ve müdahale etmeli diyenler hep ama hep aynı kitledir. Hatta cumhuriyet mitinglerinde ellerine bayrak alıp diğer insanlar sanki bu ülkenin insanı değilmiş gibi onları ötekileştirenler, bu mitinglere katılan gerçek demokrat ilerici kitleyi bile kafalayarak askeri nerdeyse “darbe yap” diye göreve çağıranlar yine aynı kitledir. Türkiye tarihinin en önemli günlerini yaşarken aslında, ağır bir hastalıkla boğuşan hastayı anımsatıyor bana. Bu mücadele sırasında ya hastalık ve virüs kazanacak ya da hasta tekrar doğrulup demokratikleşme ve aydınlığa doğru koşar adımlar atacak. Umuyor ve diliyorum ki statüko ve karanlık bu işte yenilecek ve ülkemiz bir gün AB üyesi pırl pırıl aydınlık bir yer olacak. Eğer aksi olursa bize de muhtemelen yuksek lisans yapma bahanesiyle bu ülkeden, demokrasinin olduğu yerlere gidip bir daha da ancak buralara tatil için gelmek kalacak. Umarım tatillerim yurtdışında, hayatım ise demokratik, aydınlık, refah ve zenginlik dolu olmasını dilediğim ülkemde Türkiye’de geçer...
MZA

31 Mart 2008 Pazartesi

Özgürlük uğruna özgürlüğümüzden feragat etmeli miyiz?


Bugüne kadar özgürlüğümüz uğruna savaşmamız gereken tek unsuru dış mihraplar olarak algıladık. Fakat maalesef ve maalesef pratikte olaylar beklentimiz dahilinde şekillenmedi ve kolektif özgürleşme hareketi içinde özgürlüğümüzden feragat eder bir vaziyette bulduk kendimizi.
Bir bayan olarak, ekonomik özgürlüğümüzü elimize almak bize öğretilegelendi. Çocuklarımızı yetiştirmek adına koca dayağına maruz kalmamamızın tek şartıydı. Diğer bir deyişle; kendimizi gerçekleştirebilmenin, özgürleşmenin tek yoluydu bu. Ama sonra ne oldu da özgürlüğümüz için özgürlüğümüzden feragat ettik?

Bakınız işte böyle oldu;

“-İyi bir üniversiteye gitmeliyim, büyük şehre. Burslarım bana yetmiyor. Ne yapmalıyım?
O zaman tek çözüm okul artı iş;
(Bir süre sonra)
-İş ve okulu birlikte yürütemiyorum, derslerim aksıyor...
İşi bırakmalısın...
-Yurtta rahat ders çalışamıyorum...
O zaman eve çıkmalısın ama bu ekonomik realitede mümkün mü? Tabii ki hayır.
Şimdi mucizevî bir çözüm geliyor, BURS; Rahat rahat ders çalışabileceğiniz bir villa, bunun yanında dolgun bir cep harçlığı ve bilmem kaç yılda erişemeyeceğiniz kadar büyüklükteki bir sosyal çevre.
İşte kurtarıcınız tam karşınızda... Sistem tam bir çiflik mantığıyla ilerliyor. Kendinden sonrakini, sisteme dahil etme mantığı üzerine kurulu bu üretim süreci, kendinize ayırdığınız zamanın çoğunu alıp götürüyor sizden. Tıpkı, yaz tatillerinde gezip eğlenmek yerine, sizden sonra sisteme dahil edilmesi beklenenlere özel ders verme zorunluluğunuz gibi.

Kısacası, seçeneklerin kısırlığı dolayısıyla herkes kendi için olabilecek en iyiyi yapma gailesi içerisine giriyor. Ama atlanan bir nokta var ki o da hayatta her şeyin bir bedeli olduğu…
İnsan hayatı bu kadar ucuz olmamalı ama bu çerçevede alan da, satan da memnun gözüküyor.
Ezelden beri tek bir sorunumuz vardı, o da eğitim. Fakat ne yazık ki eğitimin ocağında bulunanlar bile içine düştükleri gafleti yadsımayı tercih ettiler.

NP

18 Mart 2008 Salı

AB - Turkiye ?

Malum Avrupa Birligi’ne uye olma calismalarimiz yillardir devam etmekte. Iyimserlere gore Turkiye gerekli reformlari gerceklestirdigi takdirde Birlik’e uye olacakken; kotumserlere gore de Avrupa Birligi, Turkiye ne yaparsa yapsin uyelik soz konusu olamaz, belki “imtiyazli ortaklik” denilmekte.
Sayin Basbakanimiz Avrupa Birligi ile tam yol devam diyedursun biz onumuzdeki gerceklerle yuzleselim; gectigimiz gunlerde Erdogan, Sarkozy ve Merkel arasinda gerceklesmesi gereken uclu zirvenin Erdogan tarafindan iptal edilmesi bence bize oldukca guclu mesajlar veriyor. Zaten ortada Avrupa Birligi ile olan bir muzakerenin de olmamasi oldukca cesaret kirici. Medyamizda “tarama sureci” ile “muzakere sureci” birbirine karistirildigi icin oldukca iyimser haberler yakalamak mumkun fakat mevcut bilgilerle bu kadar iyimser olmak aslinda cok guc.
Su anda muzakereler askiya alnimis durumda ki bu basliklardan bazilari; gumruk birligi, tasimacilik, mallarin serbest dolasimi ve is kurma hakki gibi hayati konulari iceriyor, bunlar olmadan iddia edildigi gibi bir uyelikten cok “imtiyazli ortaklik” daha olasi gibi ki basta Sarkozy olmak uzere Birlik icindekilerin de istedikleri genelde bu yonde, hatta Merkel’in parti tuzugunde de bunu gorebiliriz. Avrupa Birligine verdigimiz imtiyazlara baktigimizda ise hangi noktada oldugumuzu degerlendirdigimizde manzara oldukca vahim; senelerdir hak iddia ettigimiz Kibris uzerindeki haklarimizdan Guney Kibrisi taniyarak vazgecmis durumdayiz, ve de almis oldugumuz “sozlu” garanti yillardir dis politikamizin zerre ilerlemedigini gosteriyor bize. Boyle buyuk bir hatayi bundan yillar once Kenan Evren de yapmisti ve “Asker sozu aldim ben, Kibris’I geri alacagiz” mealinde bir aciklamada bulunmustu ki gordugumuz uzere tarihimizden ders almadigimiz ortada.
Tum bunlari dikkate aldigimizda Avrupa Birligi ve Turkiye diye bir seyin olmadigini soyle(ye)memek gerceklerin ustunu ortmekten baska bir sey degildir.

5 Mart 2008 Çarşamba

VE SONRA..

Toplum eğer devletle yani resmi tutumla sürekli aynı paralelde düşünürse o toplumda bir şeyler eksiktir. O toplumda ruh eksiktir, muhaliflik eksiktir ve sadece bunların ikisinin eksik olması bu toplumun benim ölçülerimde eksik bir toplum olabilmesi için yeterlidir. Birey devletten daha fazlasını istemekle mükelleftir. Özgürlükten tutunda, eğitime, sağlığa, daha iyi parklara bahçelere kadar toplum hem kişisel hem genel bazda devletten daha fazlasını istemelidir. Daha fazlasını istemek tabiki bir açgözlülük şeklinde olmamalıdır. Daha fazlası gelecek nesil için önemlidir, bizden sonrakilere bizden daha ilerde daha modern ve hoşgörülü bir sosyal yapı bırakmak için çabalamak her bireyin görevi olmalıdır. Devlet doğası gereği fazlasını vermemeye ve statükoyu korumaya çalışcaktır. Bugün Türkiye’de çok az birey daha fazlasını, daha fazla özgürlük ve demokrasiyi istemektedir. Bunun çeşitli nedenleri olsada susturulmuşluk ve daha ileri derecede susturulma korkusu bu hakları istemeye hatta daha da ileri gitmeye engeldir. Toplumda değişim devleti yönetenlerin değimesiyle değil daha aşşağıdan , temelden başlar. Değişim dinamitleri yukarıdan aşşağıya harekete geçmez. Değişim toplumlar için en alt sınıf baz alınarak görülür. Gerek ekonomik, gerek özgürlükler bazında değişimin aynası toplumun itilmiş, hor görülmüş kesimlerinin gösterdiği gelişme ile anlaşılır. Ülke git gide muhafazakarlaşmakta ve toplumun büyük çoğunluğu devlet ile aynı söyleme paralel gitmeye başlamaktadır. Resmi tutumlara çanak tutmak, eleştirisel olmaktan uzak kalmak bir toplumun düşünsel anlamda geleceğini tehlikeye düşürür. Bu zihniyetin meydana getirip yetiştirdiği zihniyet, daha fazlasını istemekte tereddüt eder. Köşesinde siner durur hatta daha da ileri gidelim bırakın devlete muhalif ve eleştirisel bakmayı toplumsal yanlışlıklara karşı bile vurdum duymaz bir tutum izler. Bugün toplum 80 sonrası baskılarla ve olşturulan eğitim sistemi ile gayet yukarıda anlattığım hale bürünmüştür. İnsanlar yolda zor durumda gördüğüne yardım etmeyi bırakın ordan hemen uzaklaşayım aman bana iş çıkmasın derdine düşmüştür. O hep övünerek bahsettiğimiz değerlerimizde bu süreçte yok olmuştur. Toplumun büyük kesimi vatan millet edebiyatına teslim olmuş kendisi için dahi fazlasını istemeye aciz kalmıştır. Korku öyle işlemiştir ki insanların içine bu korku bir süre sonra yanlış algılamaları beraberinde getirmiştir. Örneğin hakkını arıyan, bunun için grev yapan veya daha fazla sosyal hak için devletine tepki göstern her işçinin bayramı olan bir mayıs’a gitmek
toplumun bir kesimi tarafından terör eylemine katılmak olarak algılanmış ve hakkını isteyen insanlara bu tip damgalar yapıştırılmıştır. Yabancı birinin polis tarafından karakolda öldürülmesine tepki yürüyüşü yapmak vatana ihanet sayılabilmiştir. Bu ciddi anlamda toplumda, tepkiye, hak aramaya daha fazlasını birey olarak devletten istemeye hakkı olan vatandaşlara düpe düz saygısızlıktır. Bu asıl olarak sistemin kendince başarısıdır. Evet sistem ve devlet politikası başarılıdır.(Burada devlet derken iktidardan bahsetmiyorum, devlet dediğimiz yapıdan ve olgudan bahsetmekteyim) Sistem bastırılmış, yolda yatana kalk demiyecek insanlar yaratmayı başarmıştır, hakkını isteyene vatan haini demeyi normal bulan, katillere helal olsun diyen, en küçük toplumsal eleştiri yapanı vatan haini ilan eden, devletten sistemden yana olan, ezilene, itilene sahip çıkmayan, ötekileştirmeye alet olan insanlar yaratmayı başarmıştır. Birey sorguladıkça, kendinden sonra gelene daha iyisini, daha özgürünü bırakma çabasına girdikçe ve kalkıp isyan ettikçe bireydir. Yoksa bunun aksine çanak tutan insan, birey olmaktan nice uzaktır. Ona ben insan derim, ama ne kadar bireydir bu tartışılır..ve sonra... sonrası aynı olur bu toplumsal yapı değişmedikçe ve sonra olmaz, sonrası şimdikinden beter olur..
MZA

BAŞKASININ ÇOCUĞUYLA KAHRAMANLIK YAPMAK !

Hep yıllardır merak ederim acaba önemli siyasilerimizin, işadamlarımızın, sosyetik ve ünlü isimlerimizin hangisinin çocuğu ölüm tehlikesi altında eksi bilmem kaç derecede askerlik yaptı. Yada bu şartlarda yapmasa bile kaçgün yaptı. Muhtemelen bu bahsettiğim gruplara mensup kişilerin çocukları ya master falan yapmaya Amerikaya, Avrupaya giderek yada çürük raporu gibi birşeyler uydurup, hiç biri olmazsa belli süre yurtdışında yaşayıp parasını bastırarak askerlik yapmışlardır. Ama ne hikmetse askerliğin şanınından, vatan millet edebiyatından, bu vatana binlerce şehit feda olsun sözlerinden en fazla bahseden grupta bunlardır. Bu kendini çok akıllı zanneden zavallı kitleye sorsanız, bu vatan için herkesten önce canlarını verirler, onlar için mevzu vatansa gerisi teferruattır. Halbuki bu zavallılar bu edebiyatları yaparken ne hikmetse ya havuzlu villalarında olurlar, yada tw ekranlarında. Ve bu edebiyatın artık karın doyurmadığını, 20’li yaşlarda onlarca insanın patır patır karınca gibi öldüğünü, artık bu çocuklarının ana, babalarının ağlamaması gerektiğini söyleyen biri oluncada, durumdan vazife çıkarıp en iyi yaptıkları işe popülizme ve şakşakçılığa soyunurlar.
Üstüne üstlük aynı yaşlarda kendi çocukları muhtemelen Newyork’ta üniversitede, veya maldivlerde tatildeyken. Bu arlanmazlar, buda yetmezmiş gibi gerçekleri söyleyenleri de ya mahkemeye verirler, yada vatan haini diye suçlarlar. Kısacası vicdan, şahsiyet, onur gibi değerlerden yoksun bu kitle başkalarının çocuklarının kanıyla kahramanlık edebiyatı yapar, ve bu çocukların ölümlerinden prim sağlarlar. Çünkü onlar için dağda ölen köylü hasan amcanın oğluyla, Amerika’da master yapan oğulları arasında önemli bir fark vardır. Zavallı köylünün oğlu ölmesi gereken ‘ VATAN EVLADI’ dır. Onların oğulları ise bundan gurur duyup ömür boyu barda,pavyonda puro içerek ‘Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez’ diye tempo tutmalıdır..
MZA

19 Şubat 2008 Salı

Republika e Kosovës


Cok eskilerde bloklar varmis dunyada, Sovyetler Birligi varmis bunlarin en ihtisamlisi, Cekoslavakya varmis bunlarin en kucugu bir de Josip Broz Tito’nun Yugoslavyasi varmis. Soguk savas yillarinda baglantisizlar hareketinin oncusuymus, ne oraliymis ne burali, sosyalistmis icerisinde cok sayida etnik kultur barindirirmis ama bir aradaymis. Tito’nun deyimiyle “biz hepimiz farkliyiz o yuzden beraber olmaliyiz” i kendilerine dustur bilmisler. Bu federasyonun icerisinde Sirbistan, Makedonya, Hirvatistan, Bosna – Hersek, Slovenya ve Karadag varmis, bir de Voyvodina.


Gel zaman git zaman Tito olmus, saglam otorite gitmis yerine bir zaman sonra Slobodan Milosevic gelmis, bos vermis ayriliklari Sirpiz demis Srebrenica’da katliamlar yapmis. Tutamamis bir arada Yugoslavya’yi. Herkes birakmis bu devleti kala kala Sirbistan, Karadag ve Voyvodina kalmis, ulke isim degistirmis Sirbistan – Karadag olmus. Zamanla Karadaglilar da ayrilmak istemisler ve duzenlenen referandumla ayrilmislar, Sirbistan’in deniz baglantisi da kesilmis, iyiden iyiye baglantisiz olmaya yuz tutmus. Ama bitmiyormus problemler, yillar yili sinirlarin korunmasi ilkesini benimsemis olan BM, AB ve ABD Kosova’nin bagimsizligina kavusmasi gerektigini soylemeye baslamis ve 17 subat 2008’de bu olay gerceklesmis. Buna yalnizca Rusya ve Sirbistan karsi cikmis. Zira Rusya’da da Abkazya gibi Cecenistan gibi yerler varmis. Hatta Rusya devlet baskani Vladimir Putin, Avrupa’yi iki yuzlu olmakla suclamis “KKTC’yi de taniyin o zaman” demistir kendi henuz tanimamisken hatta tanimayacakken. Uluslararasi iliskiler “pis” iliskilermis meger.

Velhasil – i kelam, butun bunlara ragmen sonunda Republika e Kosoves(Kosova Cumhuriyeti) kurulmus ve bunu ilk taniyanlardan biri Turkiye olmus, bundan sonra asil beklenen ise dunyaya yeni gelen bu bebegin yaratacagi etkilermis. Acaba Sirplar savas acarak topraklar bizim der mi, Turkiye Kosova’yi tanidiniz KKTC’yi de taniyin der mi, Abkazya, Karabag gibi; Kuzey Irak’taki Kurtler de, Kurdistan kurup bizi taniyin der mi, bunlar hep merak konusu. Bekleyip gorecegiz ama sonuclarinin iyi olacagini soylemek gercekten guc.

Saygi mi dediniz?



Semboller dunya uzerinde her zaman cok onemli olmustur, bayrak ise bu semboller icerisinde en cok onem adledendir hele ki Turkiye gibi ulkelerde. Ugruna canlar alinmis canlar verilmistir bu bayrak icin. Kimilerine (bence sig goruslulere) gore sadece bir bez parcasidir ve hak ettiginden fazla bir anlam yuklenmistir, bana gore de bu milletin ozgurlugunu, bagimsizligini sembolize etmektedir. TC anayasasinin 7.maddesi der ki - türk bayrağı, yırtık, sökük, yamalı, delik, kirli, soluk, buruşuk veya layık olduğu manevi değeri zedeleyecek herhangi bir şekilde kullanılamaz. Resmi yemin törenleri dışında her ne maksatla olursa olsun, masalara kürsülere, örtü olarak serilemez. Oturulan veya ayakla basılan yerlere konulamaz. Bu yerlere ve benzeri eşyaya bayrağın şekli yapılamaz. Elbise veya uniforma şeklinde giyilemez. Hiçbir siyasi parti, teşekkül, dernek, vakıf ve tüzükte belirlenecek kamu kurum ve kuruluşları dışında kalan kurum ve kuruluşun amblem, flama, sembol ve benzerlerinin ön veya arka yüzünde esas veya fon teşkil edecek şekilde kullanılamaz. Türk bayrağına sözle, yazı veya hareketle veya herhangi bir şekilde hakaret edilemez, saygısızlıkta bulunulamaz. Bayrak yırtılamaz, yakılamaz, yere atılamaz, gerekli özen gösterilmeden kullanılamaz. Bu kanuna ve tüzüğe aykırı fiiller yetkililerce derhal onlenir ve gerekli soruşturma yapılır.


Bundan yaklasik 12 yil once Solomos Spyrou Solomou isminde Guney Kibrisli bir Rum KKTC sinirindaki Turk bayragini indirmeye kalkmis ve vurularak oldurulmustu. Dunya kamuoyunda da oldukca tartisma cikarmisti, fakat kanunlar acikti sinir ihlali yapan bir kisiyi vurabiliyordu devletler.

Bugune geldigimizde durum sinirlar otesinde degil artik, tam iceride. Sirnak’in Cizre ilcesinde Abdullah Ocalan’in yakalanmasinin 9.yildonumu sebebiyle protesto gosterilerinde bulunan teror orgutu Pkk’nin yandaslari arasinda cikan arbededen oturu bir gosterici “basina tas isabet ettigi icin oldu”,ve bu sahsin cenazesi sirasinda da yine teror orgutu yandaslari Turk bayraklarini indirip cignediler. Bu ne nefrettir, bu ne kendini bilmezliktir cozemedim ben. Cenaze toreni duzenlemek istiyorlar, polis karismiyor elbette, slogan atiyorlar polis karismiyor artik Turk milleti icin cok onemli olan bayraklara saldirmaya basliyorlar. Bunun alt anlami, “Turklerin ozgurluklerinin,bagimsizliklarinin sembolu olan bayragi yani onlarin ozgurluklerini ayaklar altina aliriz”dir, baska bir sey degildir ve o ayaklar altina aldiklari bayrak kutsaldir.


Kutsal degerlerine hakaret ettigin bir millet ile nasil bir uzlasma bekleyebilirsin, nasil sana saygi duymasini bekleyebilirsin, bu nasil ikiyuzluluktur. İkiyuzluluk demisken aklima cenazede hazir bulunan DTP liler geldi. Kendileri otopsi raporlarinda da gayet net bir sekilde gorulen bir gercegi carpitarak(dezenformasyon yaparak) olen gencin “basina tas isabet ettigi icin” degil de panzerle ezilerek oldugunu iddia ederek bu bayrak cignenmesinin ustunu ortmeye calismaktalar. Tabii ki de basimizdaki iktidar goreve gelmeden once soz verdigi gibi dokunulmazliklari kaldirmazsa herkes de istedigi gibi konusur, istedigi gibi Turk bayragina hakaret eder, ama bu millet bunu daha fazla kaldirmaz.

17 Şubat 2008 Pazar

ÜZERİMİZE OYNANAN OYUNLAR VARMIŞ !

Bir varmış bir yokmuş bir zamanlar Asya ile Avrupa arasında köprü olan, yarı Asyalı yarı Avrupalı bir ülke varmış. Bu ülke öyle bir ülkeymiş ki üzerine sürekli oyunlar oynanırmış, ülkedeki her sorunun her yanlışlığın altında bu oyunlar varmış. Kimi zaman bu oyunları Amerika kimi zaman Avrupa oynarmış. Sanki bu adamların başka işi yokmuş gibi hepsi ne yapsak da Türkiye’yi aşağı çeksek diye uğraşırmış. Ülke yıllar boyu her sorununu dışa bağlamış, yanlışı içeride değil dışarida aramış. Kendi içindekileri yargılamak yerine çamuru sürekli dışarıya atmış, Türkleri ve Türkiye’yi sevmiyorlar, çekemiyorlar anlayışına sığınmış. İleri gitmeyi, çağdaş olmayı istememiş ama bunun sebebini dış güçler buna izin vermiyor, bizi güçsüz kılmak istiyorlar diye açıklamış. Bu ülke yıllar boyu Avrupa Birliği’ne girmek istemiş ama ne hikmetse hiçbir kriter yerine getirmemiş ve Birlik'e giremeyince de bunu bizi zaten istemiyorlar bu Avrupalıların bir oyunu diye açıklamış. Kürt sorununu, türbanı sorun diye yıllarca gündemine bile almayıp bastırmış, gündeme aldıysa da bunlar dış güçlerin üzerimize oynadığı oyunlar deyip üstünü örtmüş. Avrupa kupalarında takımları fark yeyip döndüğü zaman Avrupalı hakemlerin oyunu deyip başarısızlığa bir güzel kılıf bulmuş. Yıllar gelmiş geçmiş yıl olmuş 2008, ülke hala eski problemlerle uğraşmaya devam ediyormuş. Türban, AB, derin devlet sorunları sürmekteymiş, ve ne hikmetse bu sorunlarının çözülememesinin sebebi yine dış güçler ve üzerine oynanan oyunlarmış...
MZA

15 Şubat 2008 Cuma

TARTIŞAMAMAK !

Gecenin bir saati kalkıp televizyonda 32.gün izlemeye karar verdiğimde aslında başıma gelecekten haberdardım ama yine de dayanamayıp izledim. Program her zamanki hararetinde devam ederken bir gerçek yüzüme tokat gibi vurdu ve bir kez daha niye hala burdayız sorusunun cevabını o programda dahi buldum. Evet Türkiye yerinde sayıyordu yıllardır, rekabet ettiği ülkeler alıp başını gitmişken biz hala aynı tarzla devam ediyorduk. Önümüze geleni alkışlamaya, her şeyi derinine tartışmak yerine duyduğumuz her farklı fikre karşı şakşakçılık yapmaya, beğenmediğimizi yuhlamaya, biraz sert çıkış olunca aynı tarzı daha da abartarak karşılık vermeye hala devam ediyoruz. Demokrasinin gelişmesi, çok sesliliğin artması gibi kavramlardan bahsederken hala insanların farklı fikirlere hele hele üniversite okuyan insanların saygı göstermiyor ve kendi fikirlerini empoze etmek amacıyla avaz avaz bağırıyor olmaları, ülkenin bulunduğu noktanın bir aynasıydı. Ve bana bir kez daha bü ülkede çok sesliliğin hiçbir şekilde, eğer nesil tamamıyla geçmişten arınarak yola devam etmezse, mümkün olmayacağını gösterdi..
MZA

12 Şubat 2008 Salı

TARİKATLAR ÜLKESİ

Ülkenin her metrekaresi yeni tarikat oluşumları ile dolup taşarken, demokrasi umudum ve ülkenin geleceğine olan inancım gitgide azalmakta. Bugün ülkemizdeki tarikat oluşumları Anadolu’nun küçük kasabalarından İstanbul’un en lüks semtlerine uzanan bir zincirle ülkenin her karış toprağına bir virüs gibi yayılmakta. Bu yayılım birçok şekilde gerçekleşiyor. En bilindik metod maddi durumu yetersiz gençleri eğitim vaadi ile bir araya toplayarak, bu çocukların bu oluşumların bir parçası olmasını sağlamak. Peki bu çocukları buralara iten sebepler ya da bağlanmalarındaki en büyük etken ne? Bunun en önemli sebebi maddi olanaksızlık, bunun yanında cehalet ve istismar edilmiş dini duygular da var. Bu üç önemli sebep genç insanları tarikat oluşumlarının içine itiyor. Yine ayrıca ailelerinden dolayı; yani ailelerinin önceden bu tarikatlar ile bağlantılarının olmalarından dolayı bu oluşumlara mecbur gençler de var. Tarikat oluşumlarının dayandığı, görünürdeki en bağlayıcı unsur din gibi gözükse de bu oluşumların sahip oldukları siyasi ve ekonomik güç ne denli farklı temellerin bu oluşumların altında yattığını ve bu oluşumların hizmet ettiği amacın görünürden farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Örneğin tarikatlar seçim sonuçlarından tutun da ülkenin geleceği ile ilgili atılacak adımlarda dolaylı yoldan söz sahibi oluyorlar. Bu bir rastlantı veya inanılmaz derecede organize olmuş ve resmi kurumların engelleyemediği bir durum değil, bu bilakis resmi kurumların bir bölümünün ciddi anlamda desteklediği ve yayılmasında aktif rol oynadığı bir süreç. Bugün gelinen noktada, 1980 de hortlayan ama daha öncesine dayanan temelleri olan bu organizasyonlar ciddi anlamda başarılı olmuş ve istedikleri, umdukları noktadan ileri gitmişlerdir. Yine bugünkü iktidarın bu denli güçlenmesinde tarikatların ciddi anlamda etkisi olmuş, birçok kesim üzerinde etkisi olan çok fazla tarikat olduğundan milletvekillerinden tutun da bakanların seçimine kadar her türlü işte tarikatlar ciddi derecede etkin rol üstlenmiştir. Tabi burada tarikatların etkisi birebir lider bazında olmuştur, çünkü birçok siyasi liderin biliyoruz ki bu tarikat şeyhleri ile yakın temasları olmuş ve onları destekleyen kitlenin yükselmesinde onlara yardımcı olmuşlardır. Tarikatlaşmadan daha önemlisi buraların ülkenin gençliğinden alıp götürdükleridir. Tarikatın olduğu yerde demokrasi olmaz, olamaz, tarikat mensubu insan da demokratik olamaz. Şeyhin sözünün son söz olduğu, onun fikrinin üzerine laf söylenmeyen, hiçbir tartışma, sorgulama, fikir özgürlüğü olmayan, mensuplarının onaylamak dışında işlevleri olmayan kurumlar ve oluşumlar demokratik olmazlar. Buralardan çıkan, buraların yetiştirdiği adamlar ne olursa olsun eğer ciddi bir arınma geçirmediyse hiçbir şekilde ciddi anlamda çağdaş insan olamaz. Burada hiçbir şekilde inanç ile ilgili bir eleştiri getirmiyorum ancak tarikatçı olabilme, oradaki tehdit unsuru olan söylemlere itaat edebilme gerçekten tehlikeli ve insanın insanlığını alıp götüren, onu insan yapan yargılama, sorgulama özelliğine zarar veren bir durum. İnanmak, ibadet etmek insanların kişisel tercihleri ama din hiçbir şekilde birilerinin birilerine itaat etmesi, yüce görmesi üzerine kurulu olamaz, oluyorsa burada bir yanlışlık vardır. Çünkü Allah ve peygamber dışında dinde bir müslümanın yüceltmesi gereken başka bir varlık yoktur. Bu çok açıktır, ancak birileri bazı farklı yorumlar getirerek bugün tarikatlaşma ile kendilerini nerdeyse peygamber yerine koymuş ve bu dünyada hiçbir kula nasip olmayacak refaha sahip olmuştur. Nasıl olur da savaşlar geçiren, her türlü zorluğa göğüs geren ve bunlardan hiç yılmayan bir peygemberin dini, yani Müslümanlık, bu çağda birilerinin lüks içinde evlerinden, köşklerinden fetva verdikleri ve kitleleri arkasından sürekleyen bu oluşumlara teslim oluyor bunu anlamak gerçekten çok zor. Bugün tarikatların yetiştirdiği insanların geldikleri noktalar ciddi anlamda göz boyayıcı olabilir. Ancak bu insanların sorgulama yapmadan bu çağda hala böyle zihniyetlere esir olabilmeleri ciddi anlamda üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Bir baska büyük çelişki de tarikatların çoğunun yetiştirdiği bir grup insanın bugün hala kapitalizmin sembolü olan kuruluşlara ve fikirlere hizmet ediyor olabilmesidir. Ayrıca yine içinde birçok tarikat mensubu olan bugünkü iktidarın ABD’nin Irak müdahalesinde destekçi olması ve onlarca müslümanın ölmesine en azından ufak da olsa bir göstermelik tepki vermemesi de bu işin sadece din bağıyla açıklanamayacak kadar organize ve danışıklı bir durum olduğunu ortaya sermektedir. Dini duygular istismar edilerek yapılanlarla bugün tarikatlar ciddi sermayedarlar haline dönüşmüştür. Birçok televizyon ve gazete sahibi olan tarikatlar ciddi anlamda her alanda etkili olmayı başarmış ve altının kazılmasını istemediği gerçekleri çok akıllıca örtmüştür. Yapılan yayınlar ciddi anlamda objektiflikten uzak ve yanlıdır. Bunu Türkiye’deki tarikatlardan bağımsız birçok medya organı için de söyleyebiliriz aslinda. Bu da zaten oluşturdukları sistemde hiçbir şey sorgulamayan robotlar yaratmak adına doğru olandır ancak hiçbir şekilde etik değildir. Neden kanıyoruz? Çünkü yaratılan atmosfer ve oluşan çemberde insanlar tamamıyla manevi olarak ezilmekte ve bu yoz oluşuma ortak olmaktadırlar. Din, bir insanı rahatça kandırılabilmek hatta sindirilebilmek adına en etkili araçtır. Genç körpe beyinlere “şunu şöyle bunu böyle yap, yapmazsan günaha girersin” demek en caydırıcı metoddur çünkü inanan insanın ne pahasına olursa olsun kaçınacağı şey günahtır. Ve anlatılan, öğretilenler doğrultusunda günaha girmemek için tarikatının emrettiğini sorgulamamaya mecburudur. Dolayısıyla kendi özgünlüğünden eser kalmaz tarikat mensubu kişinin. Kısacası insanı insan yapan, daha iyisi daha doğrusu için düşünmekten uzaklaşır.
MZA

9 Şubat 2008 Cumartesi

ALMANYA’DA ÖLMEK



9 Türk Almanya’da çok üzücü ve bu çağa yakışmayacak bir şekilde can verdi. Bu insanlar yıllar öncesinden oralara, buradakinden daha iyi şartlar bulmak amacıyla gitmiş, geleceğini memleketlerinden uzak belirlemek zorunda kalmışlardı. Muhtemelen hiçbiri çok istemedi en başta ama şartlar, Türkiye’nin onlara verebilecekleri, onların hayatlarını burada mutlu sürdürmeleri için yetersizdi. Gittikleri yer genel anlamıyla ülkemizden daha ilerde, belirli koşulların mesela insan hayatının öneminin daha yüksek olduğu bir ülke. Şanssızlık mı, kader mi ne dersek diyelim çok garip bir şekilde bu insanların Almanya’da yaşanmayacak bir ihmale kurban gitmeleri de olayı biraz daha hazin kılıyor. İnsan hayatına bu kadar vurgu yapılan bir yerde, itfaiyenin geç müdahalesi ve etkin olmayan çalışması da düşündürücü. Ayrıca olayın ırkçı bir kundaklama olması durumu da henüz aydınlatılmış değil, eğer böyleyse, böyle gelişmiş, zengin ve insan haklarının önemli olduğu bir ülkede bu tip düşüncelerin hala barınıyor olmaları insanı AB kriteri denen şeyin anlamını düşünmeye itiyor. Kriterler olsa bile ona uymayacak, o paralelde düşünmeyecek insanların varlığı tam anlamıyla bunların uygulanamaması anlamına geliyor. Bu da beni sadece ülkemde değil dünyada barış, huzur ve hoşgörü ortamının oluşma ihtimali adına umutsuzluğa düşürüyor.
MZA

7 Şubat 2008 Perşembe

Sırbıstan Tadiç le Avrupa Birliği yoluna devam dedi (mi) ?



Bilindiği üzere Pazar günü yapılan ve Sırbistan'da, Avrupa Birliği ile Rusya arasında tercih referandumu olarak görülen kritik cumhurbaşkanlığı seçimini Batı yanlısı aday Boris Tadiç kazandı. Katlımın yüzde 67 gibi yüksek bir seviyede gerçekleştiği seçimlerde Tadiç, rakibi olan aşırı milliyetçi Nikoliç’in aldığı yüzde 47 lik oya karşılık yüzde 51 ile ipi ilk göğüsleyen oldu. Nikoliç'i de kutlayan Tadiç, kendisi ile görüşeceğini, çünkü çok sayıda vatandaşın onun düşüncelerini desteklediğini belirtti. Tadiç, bağımsızlığını ilan etmeye hazırlanan Kosova'dan da vazgeçmeyecekleri vurgusunda bulundu.
Karadağ’ı kaybettikten sonra siyasi arenada gerek Mladiç ve Karadziç in teslim edilmemesiyle, gerekse Kosova konusundan sonra Avrupa Birliği karşısında daha da fazla Rusya yanlısı politika izleyen Sırbıstan yönetimi acaba bu seçimlerle değişikliğe gider mi sorusu şu an Balkanlar üzerindeki tartışılan en yoğun konulardan. Tadiç’in seçimi kazanmasıyla Avrupa Birliği yönünde esen rüzgarları bir ölçüde kuvvetlendirmiş durumda. Ama gerek Tadiç'in milliyetçi kesimleri rahatlatmaya çalışan Kosova açıklamaları ve Rusya ortaklıklığını varolan gündeme tekrar sokması, gerekse Rusya ve değişik kesimlerden gelen tatlı sert açıklamaklar, ilişkilerin AB minvaline hemen oturamayacağının bir göstergesi. Özellikle Sırbistan'daki cumhurbaşkanlığı seçimlerini Batı yanlısı Boris Tadiç'in kazanmasının ardından, Kosova'nın bağımsızlığını sağlayacak her türlü girişimi bloke edeceğini açıklayan Moskova yönetiminin isteği bu yönde.
Dün Kosova Başkanı Fatmir Seydiu, Kosova bağımsızlığı öncesi destek arayışlarında bulunmak için bugün Türkiye'ye geldi. Seydiu'nın Türkiye ziyareti sırasında tabi ki ortak dilek ve açıklamalarda bulunulmaktan ileri gidilmedi, ancak böylesi bir seçim sonrası hele de mevzu Avrupa Birliği ile yakından ilgiliyken bizim de bu değişimin dışında kalamayacağımızın açık bir göstergesi oldu. Öte yandan seçimlerden hemen sonra Kosova hakkında sorulan “Türkiye, Kosova'nın bağımsızlığını tanırsa ilişkileri donduracak mısınız?'' şeklindeki soruya, "Türkiye, Kosova'nın bağımsızlığını tanırsa ilişkilerimiz zor olacak.'' karşılığını veren Nikoliç, Güneydoğu meselesine gönderme yaparak, "Türkiye'nin de benzer sorunu yok mu?" diye de ekledi.
Sonuçlar henüz çok taze ve genç. Ama şurası muhakkak ki Sırbistan- Kosova- Avrupa Birliği üçgeni. ABD- Rusya gibi büyük devletleri ilgilendirdiği gibi Türkiye gibi bir orta büyüklükte bir devleti de ilgilendirdiği aşikar. Özellikle mevzu Avrupa Birliği olunca.
Peripherique

1 Şubat 2008 Cuma

ALLAH BAŞIMIZDAN EKSİK ETMESİN..!


II. Dünya Savaşı sonrası Komünizmi tehlike gören ABD’nin birçok ülkede desteklediği, Komünizm yanlısı bir altyapı oluşurtulmasını engellemek amacıyla kurulan gizli örgütler derin devleti temsil eder ve bu tip örgütlenmeler CIA destekli olarak değişik ülkelerde faaliyetlerde bulunmuşlardır. Her ülkede bu örgütlerin değişik isimleri olmuştur. Bizim derin devletimiz kendine ‘ERGENEKON’ ismini takmıştır. Bu örgüt II. Dünya Savaşı sonrası ülkede gerşekleşen birçok olayda, perde arkasında kalarak başrolü üstlenmiştir. Bu olaylar açıkça ABD ve onun bu bölgede görmek istediği şövenist, muhafazakar ve ABD muhalifi olmayan bir toplum oluşturmaya hizmet etmiştir. Bu tip örgütlenmelerin görüldüğü bütün ülkeler bu oluşumları zamanla tasfiye etmiş ve demokratikleşmenin gereği olan çetelerden yoksun bir sistem oluşturmayı büyük ölçüde başarmıştır. Biz şu günlerde süren operasyonla bu tasfiyenin adımlarını az da olsa atar gibi oluyoruz. İnsan demokratikleşme adına umutlansa dahi sanki yine yarıda bırakıp, kökünü kazıyamaz mıyız endişesine kapılıyor. Bunun en büyük sebebi de Susurluk Olayı gibi tarihi bir olaydan sonra bile, bu çeteleşme ve mafya ilişkilerine karışmış kişilerin bir süre sonra milletvekili, hatta parti genel başkanı olabilmesi. En can alıcı ve umut kırıcı olan durum ise bu çetelerin ve katillerin hala Türkiye’de alkışlanır, saygı görür, yargılanmıyor olabilmeleri. Üstüne üstlük halkın bir bölümünün bu işlerin meşru olduğunu savunup, bu tip örgütlenmelerden medet umması ve bunları ‘Vatan bekçisi’ olarak görmeleri..

MZA

30 Ocak 2008 Çarşamba

GÜNDEM YİNE AYNI!




Dünya ekonomik kriz endişesinde, Amerika'daki resesyonun dünya piyasalarına etkilerini konuşur ve tartışırken bizde herhalde ekonominin müthiş dirençliliği ve kuvvetine güvenerek gündeme bu konuyu alma gereği bile duymuyoruz. Alsak da gündemin en önemli konusu olmuyor ya da olamıyor. Bizde daha önemli bir şey var tartışılacak o da türban. Çünkü türban sorunu çözülünce ülkede ne ekonomik problem kalacak ne de AB’ye uyumla uğraşma derdi. Aklı başında hiçbir devlet dünyada böyle bir konu tartışılırken türbanı birinci konu yapmaz en azından bu sorunun çözümünü ekonomik problemlerin tartışılmasının üstüne koymaz. Ama bunlar gerçekten dünya ile entegre olmak isteyen, gelecek için bu ülkeyi bir Avrupa ülkesi yapmak isteyenlerin uğraşacakları konular. Ancak aydınlıktan bu kadar uzak yönetimler ve yöneticiler gerçek sorunları ancak kendi görmek istedikleri olarak algılarlar bu da bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde görülebilecek bir mevzudur ve böyle devam ettiğimiz sürece de öyle kalacaktır. 2030'da muhtemelen dünya ülkeleri refahı ve gelişmişliği arttırmayı konuşurken bizde yine bir numaralı gündem türban olacaktır...
MZA

28 Ocak 2008 Pazartesi

ÖLÜMÜNE ULAŞIM !



Yıl 2008 ülkenin geri kalmış ve dünyaya ayak uyduramamış demiryollarında, yine ülkenin sözde refahından faydalanamamış zavallı insanlar ölüyor. Ve yine ülkenin ulaştırma bakanı kameralar önüne bile çıkmadan bu işi unutturma ve insanlar gerçeği sorgulamasın yoluna gitmekten başka hiçbir şey yapmadan olayın üstünü kapatma çabasına giriyor. Akla şu soru da gelmiyor değil, bu becerikli yönetimin gerçekleştireceği hızlı trene insan nasıl olur da güvenip biner ve nasıl olur da hiçbir kuşku ve korku duymadan seyahat eder. Demiryollarını kaderine terketmek ve yarısını erken uyarı sistemi ile donatmamak. Isparta’daki uçak kazasında bu havaalanını belirli standartlara çıkarmadan buraya uçakların inişine izin vermek. Bir şeyleri değiştirmek için ancak 70’e yakın insanın ölmesini beklemek ancak bu kalitede yönetim anlayışının becereceği bir durumdu. Kendilerini ve emeği geçenleri ayakta alkışlamak gerek..
MZA

Hero Turkoglu


Jordan topu aliyor macin bitimine 5.2 saniye kalmis, atarsa Chicago Bulls 6.kez sampiyon, atamazsa 7.mac sampiyonu belirleyecek, iste buyuk oyuncunun belli oldugu bu anda Jordan o efsane sutunu sokuyor ve bir kez daha tarih yaziyor bizler de ekran basinda hayran hayran izliyoruz.
Biz bunlari izleyerek buyuduk, bu oyuna boyle asik olduk, bu efsanelerle costuk. Simdi sira bir Turk ile cosmaya gelmis meger. Hedo Turkoglu her gecen gun oyununa bir seyler katiyor, onu izleyenler oyunundaki gelisimin sadece istatistiklerle olculemeyecegini gorebiliyorlar. Kendisi 19.3 sayi ortalamasiyla oynuyor fakat bundan daha degerli olan sahanin lideri olmasi. NBA’de “crunch time” denilen topun el yaktigi anlar vardir, son top, bu tur anlarda top en cok guvenilen isme verilir. Bu sene bu toplar Orlando Magic’de hep Hedo tarafindan kullanildi atsa da atamasa da son top onun. Dun gece de Boston Celtics karsisinda son top ondaydi, bitime saniyeler kala hareketine basladi karsisinda Paul Pierce, ligin en iyi oyuncularindan biri yani, tepeden “fade away”(geriye dogru cekilerek) bir atisla maci kazandiriyor Hedo. Basketbolda ilk 5 cikmaktan daha onemli olan maci bitiren ilk 5 icerisinde yer almaktir ve sadece lider ruhlu olanlar son topu kullanabilir, arkadaslari kaderlerini sadece onlara emanet edebilirler. Artik ona Hedo demiyorlar Hero(kahraman) diyorlar ve All – Star secilmeyi de sonuna kadar hakediyor.

24 Ocak 2008 Perşembe

70,586,000



Kimilerine gore icerisinde cok fazla sorun barindiran kimilerine gore de dunyanin en guzel sehri Istanbul. Oyle ya muhtesem bir kultur mozaigiyiz, aramizda her cesit insan var, istersen Bogaz'in essiz manzarasi, buram buram deniz kokusu, istersen orman havasi, istersen tam bir sehir. Tam bir metropol Istanbul, Turkiye’nin lokomotifi, gayri safi milli hasilaya en cok katki yapan il, yeni bir hayata baslamak isteyenlerin goc ettigi tasi topragi altin sehir.
Tarih boyunca 29 defa kusatilmis;
ilk olarak M.Ö. 479'da Sparta krali Pavsanias, son olarak da M.S. 1453 yilinda Fatih Sultan Mehmet tarafindan alinmistir.
Gecmisten bugune de icerisinde onlarca farkli etnik kokenden insan barindirmistir. Gectigimiz gunlerde Turkiye’nin nufusu aciklandi 70 milyon 586 bin kişi var su anda, Istanbul’da ise 12 milyon 573 bin kişi yasamakta, yani nerdeyse her 5 kisiden biri Istanbul’da yasiyor bunun nedeni de ekonomik olarak insanlarin hayatlarini idame ettirebilecekleri nerdeyse yegane yer olmasi. Muthis bir yogunlasma soz konusu. Istanbul caglar boyunca zaten en cok ilgi ceken il olmustur, fakat Istanbul’un en onemli ozelligi icerisinde barindirdigi cesitlilikti, son aciklanan sayimlara gore toplam nufus icerisinde sadece 98 bin 339’u yabancı uyruklu insan yasamakta, artik bunun ne kadari Istanbul’da ikamet ediyor bilmiyoruz fakat bu zengin cografyamizin en onemli unsurlarindan biri olan cesitliligimizi kaybettigimiz kesin.

Bir baskadir benim memleketim...




Uzun kalın gövdeli ağaçlar, gölgesinde uzanan sevgililer, şehrin hemen içinde nefes almanın mümkün olduğu kocaman bir park, çocuklar cıvıl cıvıl oynuyor, etrafta piknik yapan aileler, almış gitmiş başını bir hezeyan bir huzur. En büyük derdin daha fazla mutlu olmak daha fazla özgürlük olduğu, suç oranının kuzey ülkelerinin bile altına indiği bir ülke. Sosyal güvenlik almış başını gitmiş, işsizlik oranı zaten çok düşük, işsiz de kalsan zaten maaşına yakın devlet yardımın var, aldığın tazminat da cabası, zaten işveren kazancını maksimize ederken işçisini de unutmuyor. Sokaklar tertemiz bal dök yala, trafik desen sakin en kalabalık şehir 4 milyon ülkede, gelişmişlik tüm coğrafyaya yayılmış, bir huzur almış başını gidiyor, ne fakir var ne evsiz, ne mutsuz var ne ümitsiz. Şehirler hızlı trenlerle birbirine bağlanmış, başkente Istanbul’dan varmak maksimum 3 saat, sokaklar cıvıl cıvıl, sosyal hayat çok canlı her şehirde nerdeyse her akşam bir kültür etkinliği, sinemalar, tiyatrolar, kafeler tıklım tıklım. Herkes birbirine çok saygılı, nezaket almış başını gitmiş, yarın ne olacağım derdi tasası yok. Okullar dünya çapında, yabancı öğrenci ilgisi tavan yapmış, nerdeyse dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında 200'den fazla Türk üniversitesi var. Her yıl yabancı öğrenciler buralarda eğitim alabilmek için birbiriyle yarışıyor. Sinema sektörü inanılmaz gelişmiş Cannes’da ve Hollywood’da sürekli ödüller alan yönetmen ve oyuncumuzdan geçilmiyor ortalık. Öyle gelişmişiz ki her konuda başka ülkelerden gelen insanlar iltica etmesin diye insanı usandırıcak şekilde vize uyguluyoruz çoğu ülkeye. Türkiye liglerinde oynamak hayal tüm yabancı oyuncular için. Ortalık Messi’den, Ronaldinho’dan, Kaka’dan geçilmiyor. Basketçiler sıraya girmiş NBA’dan buraya gelmek istiyor, liglerin yayın hakları milyar dolarları geçiyor, tüm Avrupa kanalları sırada bizi izleyebilmek için. Aşklar, sevgiler parayla ölçülmüyor burda bir doktor bir garsonla evlenebiliyor, sınıf ayrımı duygusu iyice azalmış insanlarda. Her ilden başarılı siyasetçiler, bilim adamları, sporcular, sanatçılar çıkıyor. Çoğu uluslararası organizasyon ülkemizde yapılır olmuş her dalda. Davos’un havası geçmiş artık Adıyaman Kahta’da yapılıyor Dünya Ekonomik Forumu. ATP Tour tenis turnuvasu bu yıl Van’da gerçekleşiyor, ayrıca Şampiyonlar Ligi finali Bayburt’ta bu sene. Şırnak film festivali olmuş Cannes’a rakip, tüm Avrupa’nın gözü orada festival haftası. Edirne’de silikon vadisi kurulmuş, Sivas’ta ağır sanayi dünya ile yarışıyor. Öyle bir araba üretiliyor ki Elazığ’da tüm dünyada kapış kapış gidiyor. Bebek ölüm oranı dünyada olabilecek en ideal oranda, yaşam süresi kadınlar için 97, erkekler için 96. Tıpta inanılmaz ilerlemişiz, sağlık hizmetleri de tamamen bedava eğitimde olduğu gibi. Televizyonlar düzgün insanlarla dolu bütün gün. Ne Seda Sayan kalmış ne Esra Ceyhan. Katiller dışlanıyor toplumdan öyle eskisi gibi Türkiye gurur duymuyor onlarla. Arkadan adam vurmak yok artık delikanlılık adamlık bilgiyle, kültürle ölçülüyor. Başbakanın üslubu değişmiş eskiden eser yok, ananı da al git demiyor, anneciğinizi de alırsanız beklerim inşallah efendim diye yaklaşıyor millete. Ülkede laiklik sorunu da yok türban sorunu da. İsteyen türbanını takıyor isteyen don atlet geziyor, ama kimse kimseye kardeşim sen şöylesin ben böyleyim demiyor. Öyle belediye çukurlarına düşüp ölen çocuklar nerde. Böyle bir şey olursa o belediye başkanı sabahına koltuğu bırakıp gidiyor. Derin devletten eser yok. Kimse senin benim verdiğim vergiyle gidip illegal iş çevirip, millete suikast düzenleyip buna kılıf olarak da vatan millet edebiyatı ile halkı kafalayamıyor, kafalamaya çalışsa da hukuk veriyor cezasını. Eskisi gibi AHİM’e giden davamız yok, bu konuda ilk 3'de olduğumuz günler geride kalmış. Polis, halkı ile inanılmaz uyumlu, herkese saygılı ve sempatik davranıyor. Bu arada suçlulara da göz açtırmıyor, öyle Taksim tecavüzleri olmuyor eskisi gibi yılbaşlarında, artık buraya eğlenmeye gelen abazanlardan eser yok ortada. Mafya tamamıyla tarihe karışmış öyle zorla güzellik olmuyor artık... Sonra şöyle bir gözümü açıyorum otobüs çok kalabalık, nerdeyse ineceğim durağa gelmişim, izin isteyip yanımda oturan kişiden kapıya doğru ilerliyorum. Düğmeye basar mısın diye rica ediyorum birisine. Adam hayatından bıkmış gıcık oluyor sanki benim icin zoraki düğmeye basıyor. Sonunda iniyorum otobüsten hava hafif yağmurlu, trafik tam bir keşmekeş, insanlar birbirine yabancı kimse kimsenin yüzüne bakmıyor bile.
Kaldırimdan karşıya geçiyorum yürürken alımlı kızlara laf atan erkekler, sürekli kornaya basan şoförler, nefes almakta zorlanılacak bir hava, yürürken bana omuz atıp sonra birader bi problem mi var diyen birisiyle karşılaşıyorum. Yok kardeş deyip devam ediyorum çünkü ne diyorsun sen desem adamın belinde bıçağı veya silahı olma ihtimali korkutuyor beni. Sonunda eve varıyorum, televizyonu açıp haberleri izliyorum, yine aynı konular ekranda yine türban, yine laiklik, yine çeteler ve derin devlet, Beşiktaş hala stoper bulamamış, Başbakan hala ona buna posta koyuyor, ekonomi hala kirilgan, terör devam ediyor aynı hızla, Seda Sayan hala ekranlarda, İbrahim Uzülmez Roberto Carlos’tan iyi olduğunu iddia ediyor hala. Hrant’ı öldürenler bulunmamış, hukuk yine işlemiyor ülkemde. Moralim bozulup televizyonu kapıyorum, yatağıma uzanıyorum ardından, gelecek korkusu var hala içimde. Okul bitince ne yaparım diye düşünüyorum, işsizlik ihtimali de canımı sıkıyor iyice. Sonra otobüsteki rüyam aklıma geliyor tekrar uyumak istiyorum, uyuyup gerçekten kaçmak istiyorum, biraz da hayalimde yaşamak. Hafifçe gözlerim kapanıyor tekrar ülkeme dönüyorum hayalimdeki, umudumdaki, hasret kaldığım, mutlu olduğum, kötülük olmayan mutluluklar ülkesine...
MZA

23 Ocak 2008 Çarşamba

Nobel mi dediniz?



Nobel'i beğenmeme hakkımız var tabi, bu ödüle gülüp geçme, hatta neymiş Nobel canım, istesem bende alırım deme gibi yorumlar yapmamız da normal çünkü zaten Nobel’e alışığız. Çok aldık önceden bizim için normal oldu, hatta dünyada en fazla nobel ödülü alan ülkeyiz. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa en son İsmail Türüt ve Mustafa Topaloğlu 2005 ve 2006 da dünya barışına katkılarından dolayı Nobel Barış Ödülü’nü almışlardı. Her yıl milyonlarca kitabın okunduğu, yazarların büyük paralar kazandığı, aydınlarımızın her yıl dünya barışına önemli katkılar yaptığı bir ükeyiz, bu durumda doğal olarak bir doygunluk oluşmuş bizde, Nobel’de ne kardeşim duygusunu yaratmış. Şimdi bir ülke bir yazarını, devletin resmi tutumundan farklı bir söylem izledi ve bir açıklama yaptı diye vatan haini ilan ediyor, bu adam Nobel edebiyat ödülü alıyor, sen bu duruma değişik kılıflar bularak Nobel’i ve sahibi Orhan Pamuk’u hiçe sayıyorsun. Orhan Pamuk’un açıklamaları elbetteki ülkeyi zor durumda bırakmıştır veya devletin resmi tutumuyla ters düştüğünden dolayı, dışarda ülkeye karşı oluşacak baskıyı artırmıştır. Bunlar Pamuk’un edebiyatçı yönüne gölge düşürmemeli, o platform ile bu ayırt edilmeli, edilmezse birileri gerçekten Nobel’in herkesin alabileceği bir ödül olduğunu sanacak ve ne Orhan pamuk’un yazarlığına ne de bu ülkenin edebiyatına saygı duyacak. Nobel ne getirir diye bakarsak, Nobel alabilmiş bir ülkenin yazarı daha rahat dışa açılır, kendine güveni gelir, bizden biri yapabileceğini kanıtladı neden bende evrensel olmayayım sorusunu sorar kendine. Bunun yararı ülkeye olur, bu toprağın insanı sadece darbelerle, insan hakları ihlalleriyle değilde biraz da edebiyatıyla, kültürüyle anılır. Bir de olaya başka yönüyle bakalım, bu ödülün değerlendirilmesini yapmanın kime düştüğü konusuna. Malum hepimiz hergün tv’de binlerce uzmanla karşılaşıyoruz. Değişik kanallarda değişik programlarda kendini uzman ilan etmiş, uzmandan çok uzmancığa benzeyen soyatarılarla dolu ortalık. Nobel’in açıklandığı dönem tv’de değişik tartışmalar süre geldi. Bunlarda yine sözde uzmanlar ve entellektüel kişilikler konu ile ilişkili konuştu durdu. Örneğin 32.gün programında konu ödülün siyasi mi yoksa gerçekten edebiyat ile alakalı olup olmadığıydı. Ve yine aynı programda konuk olan Ankara Ticaret Odası başkanı uzman edası ile ödülün siyasi olduğunu iddaa ediyor ve ekliyordu, “ben bu ödüle saygı duymuyorum”. Bu sözün üzerine Birand bu zatı muhtereme Pamuk’u okuyup okumadığını sordu, kendisi hiç okumadığını hatta okuma gereği duymadığını söyledi. O zaman nasıl kanaat getiriyosun, neye dayanıyorsun diye sordu Birand ve yine bu kişi ben onu bunu bilmem bu ödül siyasidir dedi ve ödüle ve Pamuk’a saygı duymadığını ekledi. Şimdi bunu niye yazdım, bunu şundan yazdım insanların siyasi kimlikleri, görüşleri, tutumları ne olursa olsun bu insanları mesleklerinde yargılamak için belirli bir birikime ve yetiye sahip olmak gerekir, hele hele bu yetilerden çok uzakken ağzını bile açmamak gerekir. Biz edebiyat yorumunu işadamından, ticaret erbabından dinledikçe ve buna birileri kürsü verip konuşmasını sağladıkça bu ülkenin durumdan vazife çıkarmayı görev bilen vatandaşları Orhan Pamuk’a yumurta da atar domastes de. Bazıları da köşelerinde durur ve bundan keyif duyar çünkü onlara göre burası sadece onların ülkesi yani dümdüz düşünen odunoğlu odunların yani tarihten geçmişten ders almayan toplumu çatışmaya sürüklemekten nemalananların yani bu nemalanmayı edebiyatmış, spormuş, siyasetmiş diye ayırt etmeden sürdürenlerin ve dünya döndükçe sürdüreceklerin ülkesi.
MZA

21 Ocak 2008 Pazartesi

Durmak Yok Yola Devam!


İktidar partisinin müthiş sloganı, hiç bir şey değiştirmeden yola aynen böyle devam etme vurgusunda. Kendilerince bildikleri de var muhtemelen, bizim görmemizi istemedikleri de cabası. Örneğin karanlık cinayetlerin hiç biri aydınlatılmazken en büyük sorunumuzun hala türban olması gibi, bunu görmemek lazım, görürsek o yolda durup doğruyu bulmak lazım, doğruyu bulmak ne demek, doğruyu bulmak cesaret demek, doğruyu bulmak statükoya meydan okumak demek. Bunlar için öyle böyle bir cesaret gerekmez, hele Türkiye’de siyaset yapıyorsanız bu hiçte münkün değil bizim siyasetçilerimiz için. Ayrıca bu dönemde artan tarikatlaşmaya ne demeli? Aslında bu işin temeli kesinlikle direk mevcut iktidar ile alakalı değil ancak yine bu dönemde bu tip örgütlenmelerin aynen, eskiden pek farklı olmadan devam ettiğini görüyoruz. Peki nedir bu tarikatların zararı veya olumsuz yönleri? Tarikatta demokrasi olur mu?. . . zannetmiyorum. . . Peki tarikat üyesi demokratik olur mu? . . Onu da zannetmiyorum. . . Dogmanın direk kabul edildiği, yani tarikat liderinin aldığı kararın direk kabul edildiği yerde demokrasi nasıl olur, olursa da ne denli demokrasi deriz biz buna? Bunların hepsi nasıl insanlar meydana çıkarır? Bunların hepsi hiç bir şey sorgulamayan, büyüğümüz ne derse doğrudur diyen, mevcut sisteme eleştiri getirmeyen hatta getirmekten aciz olan robotlar üretmez mi? Peki eğer bunlar meydana geliyorsa durup düşünmek, dinin bir kaç şeyhin ve tarikat liderinin elinde oyuncak olmayan bir şey olduğunu insanlara anlatmak veya mevcut gidişata rotuşlar yapmak gerekmez mi? Peki bunu mevcut iktidar yapar mı? Yani kabinesinde değişik tarikatlarla dirsek teması halinde olan, bu tarikatlara zamanında hizmet etmiş insanların bulunduğu iktidar bu gidişata dur der mi?. . Bal gibi de demez, derse ne olur? Derse bir dahaki seçimde yüzde 47 yalan olur. . . Peki bu konuda durmak yok diyelim, ekonomi için ne yapacağız? İşi gücü dolaylı vergiyi artırmak olan, geldiğinden beri mikro reform diye bağırıp bu konuda adım atmayan, altyapı hazırlığı yapmadan özelleştirmeye devam eden, özelleştirmeyi bütçe açığı kapama yöntemi olarak görmekten ileri gitmeyen yine bu iktidar değil mi? Bununla birlikte cari açığa bir türlü önlem alamayan, düşük kur nedeniyle ihracatçının belini büken, öğretmen maaşları OECD ülkelerine göre yüksek deyip o ülkelerin satınalma gücü paritelerini veya genel makro durumlarını bizle kıyaslamadan ulu orta konuşan bu iktidar değil mi? Her ay doların düşmesini fırsat bilip milli geliri dolar cinsine çevirip sonra kişi başı milli gelir arttı deyip, bu artışı günlük siyaset malzemesi haline getiren, aslında göz boyamayı milli gelir artışından daha önde tutan bu iktidar değil mi? Ülkeyi sıcak para bağımlısı hale düşürüp aman yabancılar kaçmasın yoksa batarız durumuna ekonomiyi sürükleyen onlar değil mi? Şimdi objektif bakıp başarılı olunan yerler olduğunu söylemeden geçemeyeceğim ama başarı anlayışımız ne bizim? Başarı komple bir şeymi yoksa bir şeyler iyi giderken diğerlerinde hiç bir olumlu gelişme olmaması mı? Başarı komple bakılması gereken birşey olsa gerek kanımca. Yani durum öyle durmadan yola devem edecek kadar iç açıcı değil. Bunlara ek olarak 301 konusunu gündeme getirmek için Hrant Dink’in öldürülmesini bekleyen. Malatyadaki katliama karşı hiç bir duruş sergilemeyen, Rahip cinayetlerinin hiçbirinde detaylı soruşturma yapılıp, olayların daha net aydınlatılmasına yardımcı olmayan bu iktidar değil mi? Enflasyonu yüzde 10 un altına indiren Süreyya Serdengeçti’nin sırf iktidara yakın olmadığı için görevine devam etmesine izin vermeyen, Cumhurbaşkanlığı krizini yaratan, olayı aylarca ülkenin bir numaralı gündemi yapıp, yine aynı dönemlerde AB ilişkilerinde umursamaz davranan bu iktidar değil mi? Üniversiteler paralı olmalı gerekir diyebilecek birini YÖK başkanı yapan, sosyal devlet anlayışına akıl almaz biçimde ters düşen bu iktidar değil mi? Futbol sahalarında geçen yıl yaşanan şiddete ve federasyonda yaşanan krize positif hiç bir etkisi olmayan, sporu İstanbul ve Ankara’da belediye takımlarını bizim paralarımızı harcayarak Süper lige çıkarıp bomboş tribünlere oynamasına sebep olan bu iktidar değil mi? Kabinesindeki bakanların ailelerinin birden bire gemi almak, şirket sahibi olmak ve ihalelere girmek gibi hobileri ortaya çıkan iktidar bu değil mi? İstanbul’da belediye çalışmalarında minicik zavallı bir çocuğun ölümüne sebep olan şirkete ihale veren, yol çalışmalarına inanılmaz para harcayıp, ilk yağmurda asfaltın paramparça olmasına seyirci kalan, bu şirketleri denetlemekten aciz olan İstanbul’un belediyesi bu iktidarın değil mi? 2002 de geçirdiği reform paketi dışında AB normlarına uymak için gerekli çabayı göstermeyen bizi AB aldatmacasıyla oyalayan, yarattığı atmosfer ile halkı da AB’yi istemez hale getiren bu yönetim değil mi? Rehin askerleri vatan haini ilan eden, geri döndüklerinde ‘keşke gelmeselerdi’ diyen yine bu iktidar değilmi? Bunun gibi birçok örnek varken olaya ‘DURMAK YOK YOLA DEVAM’ gibi düz mantıkla bakan, gelişmeyi, değişimi komple bir olgudan çok belirli göstergelerin iyi gitmesi algılayan ve algılatan bu iktidar değil mi? Sonuç olarak böyle durmadan yola devam etmek memleketin ekonomisinde rakamsal farklılıklar sağlar ama bu durum istikrara bu şekilde dönüşmez dönüşse de sosyal alanda değişimler sağlamadan, hukuku Avrupa standartlarına çıkarmadan demokorasi olmaz olamaz. . . Ha diyelimki ekonomide belirli reformlar ile büyüme ve istikrar sağlandı ve ülke 10, 000 dolar kişi başına gelirli bir ülke oldu. Anayasal düzenlemler sağlanmaz, insan hakları ve ifade özgürlüğü sorunu aşılmaz, askerin siyasete etkisi devam eder, yaşam ve insan kalitesini artırmaya yönelik çalışmalar yapılmazsa ülke en fazla Malezya olur, belki ekonomik olarak biraz düzgün olur ama demokrasi falan olmaz. Ülkenin geleceği, gençliği, umutları yok olur. . .
MZA

Butto'nun ardindan





Butto suikastinden sonra ilk tutuklama dun gerceklesti. 15 yasinda bir cocuk tutuklandi ve eger patlama basarili olmasaydi kendisinin isi bitirecegini itiraf etti. olayla ilgili yapilan ilk tutuklamanin bir cocuga olmasi oldukca dusunduru ve bir o kadar da tanidik geliyor,umarim bu da ''munferit'' bir eylem degildir.

Mazlumun zalim olmasi..

Hitler’in 2.dunya savasi sirasinda yapmis oldugu musevi katliamlari butun dunyaca bilinmekte, milyonlarca insan toplama kamplarinda vahsice oldurulmustu. Savasi muttefiklerin kazanmasindan sonra da magdur olan bu halka yeni topraklar ''vaad edilmis” uygun gordukleri yer de Orta Dogu olmustu. 1948’de kurulan bu devletin adi Israil idi. Bu mazlum halk gun gectikce kuvvetleniyor, dunyanin sayili guclerinden biri haline geliyordu, fakat her gecen gun insanligini biraz daha kaybediyordu. Oyle bir toplum haline gelmislerdir ki cocuklarina bombalarin uzerine sevgilerle yazdirip bunu Lubnan’in sivillerinin ustune atmakta sakinca gormemislerdir. Bugun geldigimiz noktadaysa Israil’in politikasinda yine pek bir degisiklik yok, son olarakta Gazze’ye elektrik iletimini engellediler. Simdi Filistin halki hastanelerinde, saglik kuruluslarinda, evlerde kisacasi hayati etkileyen her yerde buyuk sikinti yasamakta. Birlesmis Milletler ise durumun Gazze’de yasayan 1,5 milyon insan icin cok zor sartlar olusturdugunu belirtmekle yetiniyor. Dunya ne garip dunun mazlumu olmus bugunun zalimi.

19 Ocak 2008 Cumartesi

ARKADAN ADAM VURAN KAHRAMANLAR!

Türk derin devleti tam 1 yıl önce muhtemelen kendilerinin müthiş gurur duyduğu bir cinayete imza attı.Bugün tam 1 yıl geçmişken olayın üzerinden, arkasındaki karanlık aydınlatılmaktan tamamen uzak.Soruşturmaların sonucunda her ay hatta her hafta yeni belgeler ortaya çıkıyor ve bunların hepsinin işaret ettiği bir nokta var.Bu nokta bu işin tamamen organize,devlet içindeki güçlerin büyük katkılarıyla hazırlandığı.Ortaya çıkan belgelerden en ilginci olay üzerine yazılmış bir tutanağın daha olay gerçekleşmeden yazılması yani olayın önceden sonucunun ve şeklinin resmi kurumlar tarafından bilinmesi.Buna ek olarak olayın en önemli sanığının bir polis muhbiri olması,olay öncesi bu kişinin polisle olay üzerine konuşmalar yapmış olması da gayet dikkat çekici.Malum tv den takip ettiğimiz kadarıyla Trabzon emniyetine daha önce bu konuda ihbar yapılmış olması ve bu ihbara emniyetin gösterdiği ilgisizlik ve bunun üstünü kapamak istemesi de ne denli organize bir işle karşı karşıya olduğumuzun göstergesi.Ayrıca istanbul valisinin olayın ardından, olayın bir organize iş olmadığını vurgulaması,katilin bir anda yakalanması,içişlerinin yaptığı açıklamada ilgili emniyet müdürlüklerini ve valilikleri savunması.Bir başarıdan söz eder gibi katil’in Türk emniyetinin başarısıyla yakalandığına vurgu yapıp ihmalden (bu olayın ihbarının daha önce yapılmış olmasına ve bunun neden değerlendirilmediğine vurgu yapmaması) bahsetmemesi gerçekten işin ne doğrultuda olduğunu açıkça gösteriyor.Olaya ya ahmaklıkla yada gerçekten uydurma bir iyi niyetle yaklaşan bir kesim,olayın ısrarla organize olmaktan uzak münferid bir olay olduğunu vurgulamaktan geri kalmıyor.Ayrıca buna ek olarak Türkiye’de bu karanlık işlerden nemalanan hayatını bunların üzerine kurmuş ciddi anlamda faşist,kafatasçı,statuko yanlısı bir kesimde olayın karanlığı ve bağlantıları aydınlatılmasın diye ısrarla uğraşıyorlar. Bunların hepsi bize demokratik olmaktan hala ne denli uzak hala gizli elerin kararlarıyla yönetiliyor olduğumuzu açıkça gösteriyor.Demokratik bir ülke bu katillerin ve onların ağababalarının cezasını kesip,olayı tüm gizli yönleriyle deşifre eden ülkedir.Demokratik olan ülkenin valisi,emniyet müdürü hatta içişleri bakanı özel bir çaba sarfedip hukukun önünü açar aksine delillerin üstünü örtüp bazılarını korumaya çalışmaz kısacası derin devletin tetikçiliğine soyunmaz.Bir sözüm de Hrant’ı arkadan vuran sahte kahraman ve onun gibilere,muhtemelen olaydan sonra hem katil hem onun gibiler kahramanlıklarıyla, kuvvetleriyle,elde ettikleri kendilerince zaferle onurlandılar ama aslında gururlandıkları şey yaptığı yazmak kendince doğruları yazmak,fikirlerini söylemek olan, silahsız, katillerin ağababaları gibi kanla kazandıklarıyla hergün yeni ayakkabılar değil altı delik ayakkabılar giyen halktan bir adamı sırtından kalleşçe vurmaktan başka bir şey değildi..Bir kez daha derin devleti ve onun tetikçisi tüm kurumları lanetliyorum...
MZA

18 Ocak 2008 Cuma

Cinnet, Panik ve Cokus


Charles Kindelberger kitabi “Cinnet, Panik ve Cokus” te mali krizlerin izledigi uc asamayi basliginda bu sekilde siraliyor. Ilk asamada insanlar ekonomide her seyin iyi gittigini dusunuyor ve ne bulursa aliyor, yatirim yapiyor, tam bir cinnet var. Ikinci asamada ise acaba ekonomi o kadar da iyi gitmiyor mu diyor ve yatirimlarini sorguluyor, panige kapiliyor. Paul Krugman’in da dedigi gibi “krizden daha kotu bir sey varsa o da kriz soylentisidir”, herkesin dilinde kriz kapida soylemleri. Ve son asama gelir ardindan Cokus. Insanlar beklentilerini kriz olacagi varsayimina dayandirir, yatirimlarini kurtarmak icin paralarini cekerler, sonuc malum, zayif ekonomiler bunu kaldiramaz ve kriz patlak verir.
Amerika’da patlak veren sub-mortgage(durumu ortalamanin altinda olanlara acilan emlak kredisi) butun dunyayi vurmustu ve de vurmaya da devam ediyor, dev sirketler ustuste zarar acikliyorlar bunlardan bazilari sunlar; Citigroup: 18 milyar dolar, UBS: 13.5 milyar dolar, Morgan Stanley : 9.4 milyar dolar, Merrill Lynch: 8 milyar dolar, HSBC: 3.4 milyar dolar, Bear Stearns: 3.2 milyar dolar, Deutsche Bank: 3.2 milyar dolar, Bank of America: 3 milyar dolar, Barclays: 2.6 milyar dolar, Royal Bank of Scotland: 2.6 milyar dolar, Freddie Mac: 2 milyar dolar, JP Morgan Chase: 1.3 milyar dolar, Credit Suisse: 1 milyar dolar, Wachovia: $1.1 milyar dolar, IKB: 2.6 milyar dolar ve Paribas: 197 milyon dolar. Yukarida bahsettigim sub-mortgage ile ev sahibi olma fikri Amerikalilarin yasadigi cinnetti, simdi ise global piyasalar panik icerisinde acaba borsalar asiri mi degerlendi denmeye baslandi ve ustuste dunya borsalarindan dusus haberleri geliyor. Korkum bu gidisin sonunun cokus olmasi ve bundan en cok etkilenen ulkelerin basinda Turkiye’nin gelmesidir, giderek buyuyen cari acik artik finanse edilemez boyutlara geliyor, insallah doviz tevdihat hesap sahipleriyle borc sahipleri ayni kisilerdir...yoksa…

16 Ocak 2008 Çarşamba

Turkiye'de sanatci olmak



Dünyada önemli yerlere gelebilmek, insanlar tarafından saygı duyulur olabilmek, nesiller boyu eserleriyle anılabilmek her gerçek sanatçının hayalidir muhtemelen...En azından belli bir kitle tarafından sevilmek, beğenilmek, alkışlanmak ister sanatçı. Bunun belirli kriterleri vardır, örneğin şarkıcıysan ilk önce iyi bir sese sahip olmak, yaptığın müziğe göre sahnede performans gösteriyor olabilmek( pop şarkıcısıysan iyi dans edebilmek gibi) ayrıca yaptığın müzik ve dünya müziği hakkında kültüre sahip olabilmek. Bunlar normal şartlarda olayların gerçekten seyrinde işlediği ülkelerde şarkıcı olan ve bu sanatı icra eden kişilerde olması gereken özelliklerdir. Yanlız şarkıcılık eğer Türkiye’de icra ediliyorsa bu sıralamaya belirli özelikler eklemek gerekir. Örneğin arabesk söylüyorsanız belli başlı kriterlere uymalısınız. Bunlardan başlıcaları iyi atasözü bilmek ve kullanabilmek, yabancı dillerden alıntılar yapabilmek, kendi kendine özlü sözler icat edebilmek, en önemlisi de televizyodan “posta koyabimek” ve kabadayılık yapabilmek. Bunlar ülkemizin olmazsa olmazları örneğin ünlü sanatçı müthiş ses ve entelektüel, dünyanın ileri gelenlerinden Nihat Doğan bu örneklerden en önemlisi. Kendisi Türk müziğini ileri götürmek adına yaptığı akıl almaz besteler dışında, kaliteli postalar koyabilmesi ve ingilizce alıntılar yapabilmesi ile ünlü bir şarkıcımız. Kendisinin ünlü sözleri kısaca şöyle sıralanabilir; ‘ Adamsan face to face geleceksin’, ‘bana söz söylemeden önce kendi background’una bakacaksın’, ‘Nihat Doğan sakal gibidir kestikçe uzar’, ‘Ruhun önümde diz çöküp tövbe ister’. İşte bu kaliteli, müthiş anlam içeren ileri Türkçe ile ‘advance’ Ingilizcenin müthiş harmanlaması olan sözler zat-ı muhtereme ait. Bu sözler ülkemizde ünlü olmak isteyen arabesk fantazi müzik yapan her gencin sahip olması gerken, kendine örnek alıp hiç dilinden düşürmemesi gereken sözler. Çünkü bunlar kaliteli müziğin bizim şarkıcılarımıza göre olmazsa olmazları. Aslında bir kıyaslama yaparsak dünya ile, böyle manzaraları başka bir yerde görebileceğimizi sanmıyorum. Görürsek bile bu ülkelerin dünyada saygı gören, elle tutulur gelişmişlikten uzak ülkeler olacağını düşünüyorum. Mesela müthiş ses, iş adamı, türk sosyolojisi ve felsefesine büyük katkıları olan İbrahim Tatlıses’i ele alalım. Kendisi her hafta düzenli olarak katıldığı programlarda ona buna kabadayılık yapıp, tehditler savurup araya da özlü söz ve uzun hava sıkıştırarak hepimizin beğenisini kazanıyor ve kalbimizi fethediyor. Ben İbrahim Tatlıses için birilerinin bir süre önce ülkemizin Pavarotti’si dediğini ve aynı çapta gördüklerini söylediklerini hatırlıyorum. Ama bunu hatırlarken aklıma başka bir şey daha geliyor acaba Pavarotti yaşadığı süre içinde Tiziano Ferro yada Eros Ramazotti’ye İtalyan televizyonlarindan posta koyup ‘face to face geliceksiniz gerizekalılar’ yada ‘siz beni yıkamazsınız ben buraya Roma’da pizza ustalığı yaparken keşfedilip geldim’ , ‘bir Pavarotti Italya’ya kaç kez gelir’ demiş midir yada herhangi bir kaç Italyan tenoru veliaht ilan edip sonra işine gelmeyince geri almış başkalarını veliaht ilan etmiş midir merak ediyor insan...
MZA

Kanla Turk Bayragi yapmak



Genelkurmay başkanının elinde çerçevelenmiş bir Türk bayrağı ama sıradan bir bayrak değil, bayagi değişik hatta ilginç bir özelliği var, bu bayrak kanla yapılmış. Bir araya gelmiş bir kaç lise öğrencisi beyaz bir beze kanlarını damlatarak Türk bayrağı yapmışlar ve bunu “bizi de askere alın” dilekçeleriyle birlikte Genelkurmay başkanına yollamışlar. Tabi genelkurmay başkanı da bundan inanılmaz derecede mutlu olmuş, duygulanmış ve bunu kameralara göstererek bu çocukların davranışını övüyor ve mutluluğunu dile getiriyor. Şimdi muhtemelen bu çocuklar lise öğrencileri olduğuna göre en fazla 17 yaşındalar hayatlarının en önemli zamanındalar kişiliklerinin oturacağı, hayata karşı duruşlarının belli olacağı yaşlardalar. Çocukların yaptığı iş sadece masumca bu ülkeye duydukları sevgiden kaynaklı muhakkak ama bu çocukların davranışından gurur duyup bunu örnek gösterebilmek başka bir durum. Gelişmiş ülkelerde muhtemelen bu yaşlardaki çocukların tasarladıkları ilginç bir alet veya bir proje kameralara gösterilip örnek alınması için vurgu yapılırken yada çocukların yaptıkları barış resimleri savaşa hayır kan akmasın gibi sloganlar ortaya çıkarılırken bizde bu yaşlardaki çocukların kan akıtmaları askere gitmek istemeleri gurur duyulacak bulunup üstüne konuşmalar yapılabiliyorsa bu bizim nerelerde kaldığımızın en iyi göstergesidir. Şimdi kalkıp da bunu yapan çok ülke var bu davranışların alkış bulduğu çocukların kafasına küçuklükten itibaren militer düşüncenin empoze edildiği çok yer var diyebilirsiniz, benim sözüm zaten sadece bize değil bu gibi tutumları, gencecik hayatın kötülüğüne buluşmamış, dünyanın çirkin yüzünü görmemiş çocuklara empoze etmeye çalışan tüm kurumlara,ülkelere ve kişilere. Umarım bir gün genelkurmay başkanımızın ‘bakın bu 5 lise öğrencisinin doğuda terörün önünü almak için geliştirdiği toplumsal proje hepimize tüm gençlerimize sosyal sorumluluk adına örnek olsun’ diye sunduğu bir projeyi görmek mutluluğuna erişiriz..
MZA

Emret bakanim


Gectigimiz gunler de Devlet Bakani ve Basbakan Yardimcisi Cemil Cicek'in aciklamalari basinda her ne kadar cok yer tutmadiysa da bu aciklamalar oldukca dusundurucuydu.


Adalet bakanı rehin alınan 8 tane 20 li yaşlarda genç askeri ölmedikleri sağ kurtuldukları için suçluyor ve onlar için ‘keşke dönmeselerdi, ben bunu Türk askerine yakıştıramadım’ diyerek kınıyor. Ya doğru ile yanlışın, sevinilecek şeyle üzülünecek şeyin ülkemizdeki anlamı farklı yada gerçekten ortada inanılmaz büyük bir kavram kargaşası var. Yine buna benzer bi açıklama genel kurmaydan geliyor ve adalet bakanı destekleniyor, malum 8 asker PKK tarafından rehin alınmış, kurtulup serbest kaldıktan sonra soruşturmaya tabi tutulmuş ve askeri mahkemede yargılanmalarına başlanmıştı. Bu askerlerden bir kaçının PKK üyesi olduğu iddası da mevcut bugünlerde.Diyelim ki birkaçı bu örgütle alakalı diğer çocukların suçlandıkları şeyler gerçekten akıl almaz, bu çocuklar terör örgütünü övmek onların sahip oldukları televizyona röportaj vermek ayrıca “burda durumumuz iyi” demekle suçlanıyolarlar. Şimdi vicdanı olan insanlara soruyorum kim ama kim rehin alındığında kendi başında silahlı insanlar varken ve bu örgütün tv kanalı size mikrofon uzatmışken olmusuz bir tavıra bürünebilir, onları eleştirip nasıl tepki koyabilir veya ne şekilde bir tepki gösterebilir, eğer bu çocuklar bahsettiğim şeylerden birini yapsalar öldürülebilirlerdi ve şu an aramızda olmayabilirlerdi. Herhalde sonuç böyle olsa adalet bakanı bundan çok menun olacaktı belliki. Herhalde bunu söylerken bu insanların kaç yaşında olduğunu, birer aileleri anneleri, babaları, kardeşleri hatta çocukları, eşleri olduğunu göz önünde bulundurmadı.Bir de olaya tam tersinden bakalım acaba adalet bakanı aynı duruma düşse orada kahramanlık gösterip her türlü tepkiyi koyar kendini feda eder miydi...belki evet ama buna ne kadar emin olabiliriz. Asıl konu bu açıklamayı yapanın devletin seçilmiş bakanı olması yani devletin olayın sonucu karşısındaki algılaması. Rehineler kurtuldu ama keşke ölselerdi demeye getirilen açıklaması. Belki de bu ülke yada bu ülkenin devleti kendine yeni bi anlayış geliştirmiş, doğrunun ne pahasına olursa olsun ölmek olduğu gibi, burada vatan için ölenlere saygızılık etmek istemem bu insanlara tamamen saygı duyuyorum, ama ölmemiş olana karşı bizim bakış açımız bu mu olmalı; onu yargılamak keşke gelmeseydi demek vatan hainliği ile suçlamak kısacası damgalamak.

MZA

8 Ocak 2008 Salı

Mach mich nicht an Ali ve Taksim

Ahmet Altan bundan yillar evvel yazmis nasil bir seydir Turk olmak,bazen gurur kaynagi olabildigi gibi bazen de insani utandirabilmekte,garip bir sey Turk olmak,dunyanin geri kalanindan farkli olmak demek;
dünyanın, en tehlikeli eğlencesi Türk olmaktır.burada hayatın bizzat kendisi bile hayata şaşar.Altmış milyonluk bir bungee-jumping’dir hayat.Bir beton zemine doğru milyonlarca insan süratle düşeriz.Tam çarpacağımız zaman, kim olduğunu kimsenin bilmediği bir güç, ucunda sallandığımız lastik halatı çekiverir ve biz yukarlara sıçrarız.Padişahımızın ırzına geçer, başbakanımızı asar, genelkurmay başkanımızı hapseder, gençlerimizi idam sehpalarına gönderir sonra da en güzel aşk şiirlerini yazarız.Hep aptallığımızdan yakınır sonra da dünyanın en akıllısı IMF’yi tam on yedi kere dolandırırız. Paralarını bize nasıl kaptırdıklarını anlamazlar bile.Aptallıktan sıkıldığımızda zekamızla övünür ve bin senedir her yaz mevsiminde damlarda yatar ve oradan düşerek ölürüz.Yağmur yağdığında ülkenin en büyük kentinin işlek bir caddesinde boğulan yeryüzündeki tek insan Türktür.Yeryüzünde kendine kanat yapıp uçan ilk insan da Türktür ama...devleti kutsal ilan eder sonra da devleti soyarız.“Köylü efendimizdir” der köylüleri döveriz.Dünyada hiçbir devletin tanımadığı bir devleti kurma başarısını gösterebilmiş olanlar Türklerdir.“Yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek bütün komşularıyla düşman olan da biziz.“Ulusal onuru” bu kadar değerli “ulusal parası” bu kadar değersiz başka bir ülke bulmak çok zordur.Sürekli olarak birbirini kazıklayanlar Türklerdir.Bir büyük deprem olduğunda çoluk çocuk, zengin fakir el birliğiyle yardıma koşup, evdeki iki battaniyeden birini depremzedelere bağışlayanlar da Türklerdir.Kırk sekiz yıl boyunca dünya futbol şampiyonasının kapısından bile geçemedikten sonra ilk katıldığı şampiyonada dünya üçüncüsü olmayı Türkler başarır.“Ata sporu” güreşte en olmadık ülkelere yenilen, güreşten hiç anlamayan Amerikalı güreşçilerle güreşirken kolunu bacağını kırdıranlar da Türklerdir.Her konuda fikrimizi söylemeye bayılır ama hiçbir fikrimize inanmayız.Hiçbir filozofumuz yoktur ama ne olduğunu kimsenin bilmediği bir hayat felsemiz vardır.Dünyanın en ünlü suikastçısı, papayı vuran bir Türktür.Papayı binlerce insanın arasında vurup kabak gibi yakalanan en salak suikastçı da Türktür.Katillerin “ulusal kahraman”, şairlerin “vatan haini” olduğu tek ülke Türkiye’dir.Müslüman olanlardan sürekli kuşkulanır ama müslüman olmayan vatandaşlarımıza devlette tek bir görev bile vermeyiz.Bütün askeri darbeleri alkışlar ve ilk seçimde darbecilerin kızdıklarına oy veririz.Tek bir anlaşmada neredeyse beş milyon kilometre kare toprak kaybedip, bu anlaşmanın en akıllı anlaşma olduğuna inananlar da Türklerdir.Savaşta kendi gemisini yedi saat boyunca bombalayanlar Türklerdir.Uçağı arızalandığında başkalarına bir zarar gelmesin diye o uçağı son ana kadar terketmeyip ölenler de Türklerdir.Yabancılardan sürekli kuşkulanıp ne kadar yabancı örgüt varsa hepsine girmeye çalışanlar Türklerdir.Girmeye çalıştıkları örgütlerin kurallarının aslında Türkiye’yi bölmek için hazırlandığına da sadece Türkler inanır.Yıllarca, Avrupa Birliğine girmemizi sağlayacak yasalardan hiçbirini çıkartamayıp, bir gecede başkalarının on yılda geçirebileceğinden daha fazla yasa geçiririz.Omründe hiç trapez yapmamış altmış milyon insanın trapez yapmasıdır hayat burada.Bütün dünya, şaşkınlıkla bakarak düşmemizi beklerken biz düşmeyiz.biz Türküz.Ya oynar ya ağlarız.Dünyanın en tehlikeli eğlencesidir Türk olmak.ve, biz korkuyla eğleniriz.



Bugun geldigimiz noktada da cok fazla bir sey degismedi Turkiye'de,hayat hala burada iki uclu yasanmakta,butun namussuzluklari yapariz,ama bize bir namussuzluk yapildiginda ise cinayet isleriz.Iste boyle bir sey Turk olmak,ister Turkiye'de ister Almanya'da.


Almanya'da asiri sagci bir parti olan Republikaner'in baslatmis oldugu propaganda da Mach mich nicht an Ali yani Ali bana sulanma denmekte ve Turk erkeklerinin Alman kizlarina surekli olarak tacizde bulundugu soylenmekte.Ilk basta cok buyuk tepki cekmesi son derece beklenen fasizan bir propaganda,fakat Taksim'de her sene sanki bir gelenekmiscesine yasanan olaylardan sonra insan "acaba o kadar da haksiz degiller mi" diyor.



Taksim'de toplu halde yuruyus yapsaniz aninda durdurulursunuz,polis sizi cevirir,fakat her ne hikmetse her sene yasanan bu rezalette polis yine etkisiz kaldi,hatta oyle ki tacizden kacan kizlar eczaneye,pastaneye,taksiciye sigindilar,cunku disarida onlari adeta parcalamak icin bekleyen yuzlerce insan(!) salyalarini akitarak bekliyordu.Olaylardan sonra bir kac gostermelik tutuklama gerceklesti,gerceklesti de 57 ytl'lik bir bedelle serbest kalabildi bu insanlar.57 ytl'yi bastiran istedigi insani taciz edebilme hakkina sahipmis meger,biz bunu ogrendik.Ogrendigimiz baska bir sey varsa o da toplum olarak geri kalmisligimizin sinirlarinin olmadigidir.Millet olarak empati yoksunuyuz,birisi bizim yanimizdaki kiza baksa dahi kavga cikarabiliriz,birisi bu yasananlarin %1'ini yakinimizdakilere yapsa cinayet isleyebiliriz,ama yine biz kameralara gulerek bu rezaleti de yapabiliriz.Son sozu Yilmaz Ozdil koysun istiyorum;

Taksim’e dönersek...Bakıyorum o güruha...Terör örgütü "bomba koymasın" diye o kadar çaba harcamasa mıydık acaba?Ölü sayısı çok olurdu ama..."Kaybımız" pek olmazdı galiba.

4 Ocak 2008 Cuma

I have a dream...


28 agustos 1963'te Martin Luther King tarihe adini kaziyacak bir konusma yapti,I have a dream (benim bir hayalim var) diyerek sozlerine basladi ve devam etti;


bugün size diyorum ki, dostlarım, şu ânın getirdiği güçlüklere ve engellemelere rağmen bir rüyam var benim. Amerikan rüyasına derinden kök salmış bir rüyadır bu. bir rüyam var. gün gelecek, bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak. “şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır.” bir rüyam var. gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. bir rüyam var. gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. bir rüyam var. gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar. bugün bir rüyam var benim. bir rüyam var. gün gelecek, Alabama eyaleti, valisinin ağzından hep müdahale etme ve izin vermeme yönünde sözler dökülen o eyalet, küçük siyah oğlanlarla küçük siyah kızların, küçük beyaz oğlanlar ve küçük beyaz kızlarla el ele tutuşup kardeşçe birlikte yürüdüğü bir yere dönüşecek. bugün bir rüyam var benim. bir rüyam var. gün gelecek, bütün vadiler yükselip bütün tepeler ve dağlar alçalacak, engebeli yerler düzlük yapılıp, girintilerle çıkıntılar düzleşecek ve Allah’ın şanı yeryüzüne inecek, bütün canlar hep birliket görecek onu. bizim umudumuzdur bu. güneye dönüşümde içimde taşıyacağım inançtır. işte bu inanç sayesinde umutsuzluk dağını yontup bir umut anıtı yaratacağız. ulusumuzu saran âhenksiz bağırtıları, bu inanç sayesinde güzel bir kardeşlik senfonisine dönüştüreceğiz. bu inanç sayesinde birgün özgür olacağımızı bilerek hep beraber çalışacak, hep beraber dua edecek, hep beraber mücadele edecek, hep beraber hapse düşecek, özgürlük için hep beraber ayağa kalkacağız.


bu konusmanin uzerinden yillar gecmesine ragmen Amerika'nin hic bir baskani bugune kadar siyahi olmadi,acikcasi nufusun cogunlugunun beyaz oldugu bir ulkede cok kolay bir is degil bu,gelgelelim bugun Barack Obama,nufusun %95'inin beyaz oldugu Iowa'da butun rakiplerini gecerek aday adayligi pozisyonundan adayliga gecme konusunda buyuk bir adim atti.Kendisi Columbia'da uluslararasi iliskiler okumus Harvard'da hukuk master'i yapmistir ama belki de bu iki diplomadan daha ilginci kendisi bir musluman ilk okuluna gitmistir,Irak savasi baslamadan savasi protesto eden ve su anda aday adayligi yapan kisiler arasindaki tek isimdir.Iowa'yi kazandi simdi sira New Hampshire'da,bekleyip gorecegiz hayallerini gerceklestirebilecek mi.